UĞUR CANBOLAT
VAKTİYLE çevresinde tanınıp bilinen bir kişiymiş.
Şiir söylermiş.
Başkalarına ait olan dizeleri de serpiştirdiği muhabbetine doyum olmadığından bir gelen tekrar tekrar icabet edermiş ama mutlaka yanında gönlünü gönlüne tuttuğu dostlarını da taşımayı ihmal etmezlermiş.
Madem hakikatin demine bir yolculuktu bu, paylaşmamak yakışık almazdı.
İşin sonu bencilliğe varırdı ki, evlerden ırak…
…
YÖRENİN gazetelerinde ve dergilerinde ürünleri yayınlanırmış.
Şiirlerini mahlasla, hikâyelerini kendi adıyla neşredermiş.
Fotoğraf çekilmesini istemediği için hiç mülakat vermemiş. Bu sebeple ismi bilinirmiş ama sureti tanınmazmış.
Muhtemelen bu ona önemli bir özgürlük alanı tanıyordu.
Hürriyetten daha büyük nimet elbette olmazdı.
Ki, o bunun kıymetini belli ki bilenlerdenmiş.
Zamane insanı olarak özçekim bağımlısı hâline gelmiş bizler elbette buradaki duyguyu anlayamayız.
Ötesi, gereksiz bile bulabiliriz.
…
GÜN geçmiş, devran dönmüş, akranlar birer birer göçmüşler.
Gözyaşı mevsimi başlamış.
Tenhalıklar daha bir sevimli olmaya başlamış onun için…
Kendi kıyısında dolaşmaya başlamış ama bununla da sınırlı kalmamış evini bırakıp kasabanın tenha örenlerini mekân tutmaya başlamış.
Bir denetim sırasında vaktiyle gazetecilik yapmış olan yeni belediye başkanı hafızasını zorlayınca kim olduğunu tanımış ama ne yaptıysa adını hatırlayamamış. Gerekli görülmediği için arşiv oluşturulmadığından oradan tarayıp ismine ulaşma imkânı olmamış. Başkan yine de yılmamış evin bordum katının altını üstüne getirmiş eski bir nüsha bulabilmek için. Sonunda paket için kullanılan yer yer yırtılıp sararmış bir gazete sayfasında şiirini bulmuş ama ne yazık ki, “Tenhavî” mahlasıyla yazdığı için ismine ulaşamamış.
Bu nedenle kalmasını temin ettiği yaşlılar bakım evine “Tenhavî” olarak kaydedilmiş.
Ziyaretine gidip muhabbeti koyulaştırarak bir punduna getirip adını öğrenme çabaları da hep boşa çıkmış.
Kim bilir, belki kendisi bile hatırlamıyordu.
…
GEÇENLERDE öte âleme göçmüş.
Bakım evinde hizmetli olarak çalışan uzak akrabam kendisini tanımış, ona hizmet etmiş.
“Günü nasıl geçiyordu?” diye sordum.
Eski tip kendisinin seçerek doldurttuğu bir kaseti varmış. Tüm gün elinde bir defterle fi tarihinden kalma teybinden bu kaseti dinlermiş.
Çok meraklandım tabi. Acaba bu kayıtta neler vardı acaba? Sordum, söyledi.
Mustafa Yıldızdoğan’ın “Ah o saçların” türküsü varmış. Bende pek severim Vasfi’nin o dizelerini.
Söküp atılmıyor, bende mi kusur? / Doğarken kök salmış öze saçların
Bir kara sevda ki ya büyü ya sır / Sığmıyor kaleme, söze saçların
Örgüde bir başka, düzde bir başka / Gizlendiği zaman nazda bir başka
Omuzda bir başka, yüzde bir başka / Kirpik olmuş inmiş göze saçların
İpekten sırmadan tel tel yaratmış / Telini bir ömre bedel yaratmış
Sanki vasfi için özel yaratmış / Dört mevsim bir başka taze saçların
İkinci sırayı Yavuz Bingöl’den dinlediğimiz “Zifir saçlarını savur içimde” türküsü alıyormuş.
Nakaratını çoğumuz hatırlarız.
Zifir saçlarını savur içimde / Küller havalansın, yürek tutuşsun
Bölsün soluğumu paslı bir bıçak / Hayalin içinde düşün yorulsun
Üçüncü sırada Karacaoğlan’ın “Siyah zülfün tel tel olmuş / Örülmeyi örülmeyi” dizesinin yer aldığı “Güzel ne güzel olmuşsun” türküsü dördüncü sırada Neşet Ertaş’ın “Zülüf dökülmüş yüze”, beşinci de ise Adıyaman yöresine ait anonim türkü “Düz dara yar düz dara” bulunuyormuş.
Ötesini kurcalamadım artık ama defterde ne yazdığını da sormadan edemedim.
Gün boyu elinden bırakmadığı gece ise yastığının altına özenle yerleştirip üzerinde uyuduğu defterin içinde ilk satırını yazıp gerisini getiremediği şu cümle yer alıyormuş:
“Saçların kurtarırdı beni dertlerden.”
…
“HİKÂYELER hep yarım” dememiz boşuna değil.
Ne çok yarım kalan yaşanmışlıklar var. Ne çok yarım kalan dizeler…
Hevesler, arzular…
Firkat gerçek, vuslat eksik ve yarım…
Burası dünya işte, fazlası belki de fazla, kim bilir?
Ya Selâm!
20.12.2023