SADECE bilgi sahibi güngörmüş biri değildi benim için. Bilgeydi.
Sathi değildi. Yüzeyselliğe yüz verdiği görülmemişti.
Her hususu bağlamları ile düşünür, eldeki verileri ciddi bir tavırla analiz eder ve buradan bir sonuca vardıktan sonra fikrini açıklardı.
Bu bir hüküm olmazdı. Değişmez bir kaziye olarak sunmazdı. Başka bilgi, belge ve itibar edilecek yorumlar varsa onları nazarı itibara alır yeniden düşündüğü de olurdu.
Bu ise kişinin kendini mükemmel görmemesiyle ilgili bir durumdu. Oysa bizler kendimize ne kadar güveniyorduk. Kararlarımızı ne kadar esaslı görüyor hükümlerimizin tartışma açılmasına ne çok karşı çıkışlar yapıyorduk.
Kişinin kendini mükemmel görmesi mükemmel olmadığının işaretiymiş meğer.
Eksik görmemesi nakıs oluşunu ele vermesiymiş.
Tüm bunlar kemalât basamaklarında yükselmiş kişilerin hal ve tavırlarıyla görülebiliyor ancak.
Elbette dikkatli bir nazar gerektiriyor.
İnsan davranışları da bir kitabın sayfaları gibi okunmalı…
Hayat okuyana ne çok şeyler söylemekte yine.
İnsanlar arası ilişkiler en fazla sınıfta kaldığımız konular değil mi? Yaşamı savaş alanına çevirmemizin altında yatan temel saik bu.
Bir de dünyanın kendi etrafımızda döndüğünü düşünme gafletimiz. Yani şişirdiğimiz egomuz.
…
YILLAR yılı birlikte nefes aldığımız, yol yürüdüğümüz, aynı tastan su içtiğimiz insanlarla ne oluyor da ayrı yerlere savuluyoruz?
Dün can ciğer olduğumuz yârân ile bugün neden ayrı safta savaşıyoruz? Hatta bu cidalı birbirimiz ile yapıyoruz?
Zihnimde bu sorularla dolaşıp duruyordum.
Kendime ağır geliyordum. Yaprak döken bir ağaç gibi hissediyordum.
Altında ezildiğimi nereye varsam yanımda taşıdığımı, çözümleyemediğimi düşünüyor bundan da ciddi boyutta bizar oluyordum.
…
YİNE böyle bir gündü.
Yolum o bilgeye düştü. Maksadım üzerime bir elbise gibi giyindiğim yüklerimi çıkarıp onlardan kurtulmaktı.
Birkaç dünya kelamı sonrasında “Sırat nedir?” diye sordu. Cevapladım. Beğenmedi.
“Sırat burada, önce bu taraftaki sıratı geçmelisin. Sen hemen diğerine atlıyorsun” dedi.
“Mesela arkadaşlarınla olan ilişkin en büyük sıratındır. Biri biter diğeri başlar. Çok yakınına almadığın, selam dairende olmayanlarla olan münasebetlerindeki tıkanmalar seni o kadar sarsmayabilir. Görüşmeni azaltırsın geçer gider. Kolaydır.
Ya sürekli hemdem olduğun, aşina bildiğin, kendini açtığın, gönlünü emanet ettiğin, yanında yörende tuttuğun ve en fazla güvendiğin bir dostunla yaşadığın mesele böyle midir?
Sallanan bir köprüde düşmeden yürümek gibidir. Tutunacak ip bulamamaktır. Biçare kalmaktır. Terk edilmişlik hissidir. İşte sırat budur. Aşılması zordur. Dağıldığında toparlaması güçtür. Hicranı çoktur. İniltileri asumandan işitilir.”
Devam etti: “Geçmelisin bu sıratı. Salimen geçmelisin. Yara bere almadan yapmalısın bunu. Kâfi değil, zarar da vermemelisin.”
“Nasıl olacak efendim bu?” diye sordum.
“Dengeye gelerek dedi. Uçlarda dolaşmayı bırakmalısın. İfrat ve tefrit davranışlardan azade olmalısın. Ne vakit güçlü ve zayıf yanlarını objektif olarak değerlendirir kendini hesaba çekerek merkezlenirsen o zaman sıratı geçebilirsin.”
Tüm bu konuşmalardan çıkardığım sonuç şu. Sırat önce bu tarafta ve tek bir sırat yok.
Anne, baba, eş ve sevdiklerimizle de sırattan geçmemiz gerekiyor.
Başkalarıyla da…