UĞUR CANBOLAT
YAŞI küçüktü.
Toydu.
Tecrübesi yok denecek kadar azdı ama söylemleri büyüktü.
Eylemlerinin söylemlerini doğrulaması imkânsızdı.
Ne var ki, buna inanmıştı.
İnandırılmıştı.
Çevresindeki herkes onu “Yekta” görmüş muhteşem yeteneklerle donatıldığına ikna etmişlerdi.
Oysa bunun test edildiği en küçük bir çalışma bile yapılmamıştı.
İtina ile büyütülen bu kibrin sahibinin kendisini ve çevresini tahrip etmek için neler yapabileceği, işin sonunun nerelere varabileceği hiç hesap edilmemişti.
Belirli bir kemal yaşına ulaşmış olan zevat oturmuş hayatlarının muhasebesini yapmak adına geçmişi eliyor, kusurlarıyla yüzleşiyorlardı.
“Küçük dünyaları ben yarattım” edasında olan o delikanlı işte böyle bir zamanda çıkagelmişti.
Üst bir tonlama ve el kol hareketleri eşliğinde “Selam millet” diyerek gelip destursuz oturmuştu.
Çay ocağının garsonu elindeki tablaya yerleştirdiği çayları taburelere nezaketle bırakıyordu.
“Buraya da bir çay babalık” dedi bağırarak ortalığı yeniden sese boğdu.
Adam “Tabi efendim, birazdan” dedi.
Buna hiç memnun olmamış ve “Babalık, buraya da bir çay dedik” şeklinde yükselmişti.
Beklentisi daha önce sipariş verenlerden birinin çayının kendisine derhal sunulması yönündeydi.
Umduğu gerçekleşmediği için biraz daha volüm arttırarak “Bana bak, sen benim kim olduğumu bilmiyorsun herhalde?” dedi.
Yaşını biraz almış olan garson “Hayır efendim, bağışlayın, bilmem mi gerekiyordu?” şeklindeki cevabı sinirlerini daha da zıplatmış, gözbebekleri irileşmişti.
O hiddetini arttırdıkça garson en küçük bir edep aşımı yaşamıyor mümkün olduğunca nezaketle mukabele ediyordu.
Sonuç ne mi oldu?
“Kimse bana böyle davranamaz” naraları eşliğinde tabureyi devirip gitti.
Hepimiz bakakalmıştık.
…
ÜZÜLDÜK tabi.
Ne olmuştu bize?
Ne vakit bu kadar kaba saba tavırların sahibi olmuştuk?
Bu tahammülsüzlük neyin nesiydi?
“Muhakkak bize ve isteklerimize öncelik verilmeli” talebinin altında nasıl bir ruh hâli yatıyordu acaba?
İnsanlar artık sokakta, toplu taşıma araçlarında, trafikte korkar oldular.
Kimseye bir şey denemez oldu.
Herkes kendini başkalarından önde, özel ve öncelikli görmeye başladı.
Talepleri yerine getirilmediğinde kızılca kıyamet kopuyor.
Aramızda bulunan ârif meseleye açıklık getirmiş bunun bir “Yenilmezlik efsanesi ve kibri” olduğunu aktararak konuyu suhuletle anlamamızı sağlamıştı.
Konuyu anladık, kavradık ama bu üzülmemizi gidermemişti.
Pek çoğumuzda bu illet ne yazık ki, sürüp gidiyor.
Hep “Önce ben” demeyi marifet sanıyoruz.
…
“YENİLMEZLİK efsaneleri” ile bizi böyle büyüttüler.
Gerçeğe dayanmayan ve insan fıtratına uygun düşmeyen “Yenilmezlik efsaneleri” kulağımızda ninni olmuştu daima.
Doğduğumuz andan itibaren biricik olduğumuz vurgusuyla etrafımızda pervane oldular.
Dünyayı çevremizde sadece bizi memnun etmek için döndüğüne inandırdılar.
Çünkü onlar böyle inanıyorlardı.
Her şey bizim istek ve ihtiyaçlarımıza göre şekilleniyordu.
Egomuz büyüdükçe büyüyordu.
İçimiz içimize sığmıyordu.
Taleplerimiz karşılanmadığında çığlığı basıyorduk.
Etrafı ayağa kaldırıyor isteklerimiz yerine gelene kadar şamatamızı sürdürüyorduk.
Bilmiyorlardı ki, elleriyle özene bezene bir canavar inşa ediliyordu.
Oysa en çok kendini yenilmez sananlar yenilirdi.
Kibirliler, kibre muhatap olurdu.
Yenilmezlik efsanesine değil yenilebilirlik gerçeğine kulak kabartabilmiş olsaydık sürekli yenildiğimiz kibrimize karşı belki bir tedbir alabilirdik.
Nefsin ve şeytanın bizi yenebileceğini kabul edebilseydik kulluğumuza bürünüp Rabbimizden destek niyazında bulunabilirdik.
Yenilmezlik duygusunun bilerek veya bilmeyerek bir tanrıcılık oyunu olduğunu kabul edebilirdik.
Yenilmezlik efsanesinin en baştan yenilgi olduğu bilince erişebilirdik.
Ya Selâm!
12.12.2022