UĞUR CANBOLAT
SESSİZLİĞE hüküm giymiş gibiydi.
Çokça dinler hatta yer yer can alıcı sorular da sorardı ama onu hiç konuşurken görmemiştim.
Kimselere bir şey sormazdı.
Hal hatır etmeyi bile “Maşallah sizi iyi görüyorum” şeklinde bir cümle ile yapar ardını getirmezdi.
En iyi dostu ağaçlardı.
Parklarda ve şehir içi ormanlarında gezer onlarla vakit geçirdi.
Önce el yordamıyla dokunur sonra elini kabuklarının üzerinde sever gibi şefkatle gezdirir bir miktar böyle zaman geçirince de yılların harladığı ayrılık ateşini söndürmek istercesine dakikalarca sımsıkı sarılırdı.
Ritüeli bununla bitmiyordu.
Hasreti biraz dinince dibine oturur sırtını yaslayıp gözlerini kapayarak Erzurumlu Emrah’ın şu türküsünü mırıldanırdı:
“Her an dilimizde Hakkın kelamı
Uğra dost köyüne eyle selamı
Tenhada bulursan Emrah cananı
Daim ezberimde o leyli leyli leyli”
Ağacın dibini sulamak ve toprağa kavuşmak istercesine gözlerinden boşalan yaş aşağılara akardı.
Bir müddet geçtikten sonra bu defa ağacın karşına geçer dakikalarca onu izlerdi.
Ve bu hep böyle sürüp giderdi.
…
AYIBIMI itiraf etmeliyim.
Merakıma yenik düşerek uzunca bir vakit onu gizlice takip ettim.
Hatta zamanla dakika tutmaya başladım.
Ağaçlara ayırdığı sürenin hiç değiştiğine ve birine torpil geçtiğine hiç tanık olmadım.
Dakikası dakikasına aynıydı.
…
YİNE öyle bir gündü.
Dertleşmesini kemâl-i şevkle sürdürüyordu.
Bende arka tarafında bir yere sinmiş günlük maceramı devam ettiriyordum ki başını çevirmeden ünledi:
“Hele hele…” dedi. Ardından “Demek bunca zamandır mahremime mahrem olmak istiyorsun.”
Elim ayağıma dolaştı.
Söyleyecek tek kelam bulamadım.
Meğer ilk günden beri izlendiğini biliyor ama beni mahcup etmemek için ayan etmiyormuş.
“Evlat” dedi, “Artık sende mahremimizsin. Gel hele.”
…
VARDIM yamacına oturdum.
Bir anda istemsiz olarak başımı dizine koymuşum.
Elleri saçlarımın arasında gülden nazik bir eda ile dolaşırken her gün bıkıp usanmadan havalandırdığı türküyü baştan seslendirmeye başladı.
“Felek çakmağını üstüme çaktı
Beni bir onulmaz derde bıraktı
Vücudun şehrini odlara yaktı
Yandım ataşına su leyli leyli leyli”
Ormanda kuş cıvıldamaları aniden durmuş tam bir sükût hâli başlamıştı.
İçimden “İşte bir türkünün hakkı böyle okunarak verilir” diye geçirirken usulca bir seslenişle devam etmemi istedi.
Bu bir emirdi elbette.
“Felek çakmağını eğledi çengel
Dosta gidem dedim koymuyor engel
Ölürsem sevdiğim üstüme sen gel
Gözün yaşı ile yu leyli leyli leyli”
Son dörtlüğü ise birlikte okuyorduk. Bu defa gözyaşları bir bir benim yanağıma damlıyordu.
Ne kadar böyle kaldık tam kestiremesem de dizini daha fazla ağrıtmamak arzusuyla başımı kaldırdım ama göz göze gelmeye cesaret edemedim.
Bir süre sonra bunu başardığımda ne soracağımı anladığı için sanırım buna fırsat vermeden dudaklarından şu cümle döküldü.
“Ağzımda cam kırıkları var evlat, cam kırıkları…”
…
O ÖYLE dedi ama ben meseleyi “Cam kırığı” olarak değil “Can kırığı” olarak anladım.
Ötesini ne ben sordum ne kendisi söyledi.
Yollarımız ayrıldı. Araya mesafeler girdi ve üzerinden yıllar geçti.
Duydum ki, artık dilinde cam kırıkları kalmamış.
Ötelerin ötesine kanatlanmış.
Bin rahmet, bin minnet, bin teşekkür, bin niyaz…
Ya Selâm!
18.05.2023