Aşk Filmi Seyretmemiş Bir Garibanlar Hikâyecisi

Bir Kayseri seyahatimde ehl-i dil değerli dostum Nart Noyan ile şehri dolaşırken İncir Yayıncılık bürosuna yolumuz düştü. Şair Emel Demirezen ile birlikte muhabbeti harlamışlardı ki bizde dâhil olduk.

Hikâyeci ve ressam Hüdaverdi Aydoğdu ustayı dışından az ama içinden çokça söz barındıran biri olarak görüp sevdim.

O günden beri radarıma girmiş oldu.

Sonraki ziyaretlerimde de görmeye gayret ettim. Kayseri’nin entelektüel buluşma noktası olan Ehl-i Dil’de oturup iki lafın belini kırmışlığımız bile var.

Daha sonra Üsküdar Üniversitesi Televizyonundaki İstasyon adlı programıma dâvet ettim.

Kalkıp geldiler.

Güzel şeyler konuştuk.

Hüdaverdi Aydoğdu’nun kitaplarını okudum.

Yalın dili, kılçıksız anlatımı, net oluşu ve duruluğu dikkatimi çekti.

Hikâyelerinde kahraman olarak yer alan garibanların çokluğu da kenara not ettiğim bir husustu.

Ayrıca anlatının sağlıklı ayrıntılara sahip olması için öncesinde karakalem çizimler yapmış olduğunu öğrendiğimde merakım daha fazla şahlandı.

Kızının dilinden kendisini anlattığı hikâyesinde neden aşk filmi seyretmediği meselesi de ayrıca irdelenmeye değer bir husus.

Sağlık sorunlarıyla yoğun biçimde uğraşıyor olmasına rağmen sorularımızı cevaplandırdığı için siz değerli İstiklal Gazetesi okuyucuları adına şükranlarımı sunuyorum.

UĞUR CANBOLAT

___

Size göre yazmanın anlamı nedir?
-Bence yazmak biriyle dertleşmek gibidir. Almak ve vermektir. Bir aktarımdır; bildiğini, gördüğünü, kültürünü ve geçmişini bir sonraki nesle devretmektir. Ve kendini iyi hissetmektir.

Yazmayı hobi olarak görmek mümkün müdür?
-Hobi olarak da görebiliriz. Lakin sorumluluğu ağır olan mesuliyetli bir hobidir. Hobiniz bir muhatabı yani toplumsal bir tabanı ilgilendiren bir şeyse hobiden başka bir şeye dönümmüş demektir.

Sizi hikâye yazmaya iten sebepler nelerdir?
-Hayatımızda şunlar şunlar da var deme isteği. Adalete, vicdana, gönle seslenme arzusu… Başka hayatlardan haberdar etme arzusu.

Nasıl doğuyor hikâyeleriniz? Önce içinizde mi yazılıyor?
-Hani ilk cümle tanrıdan derler ya işte öyle. Etrafınızda olan biten size bir şey fısıldıyor ve siz onu yeni bir kodlamayla bir mesaja dönüştürüyorsunuz. Bu fısıltı bir hikâyeye doğru ise şahıslar, mekân, zaman düzleminde beceriniz ölçüsünde kurguluyorsunuz. Bu bazen şiir bazen hikâye olarak formatlanıyor.

Hikâyelerinizde derin bir gözlemin izleri seziliyor…
-Evet, öyle deniliyor. İnsanları gözlememek, doğayı gözlemlemek yazmanın birinci şartı diyebilirim. Bir anlatıyı gerçekçi yapan gözlemlerdeki detaydır. Ve duygudaşlık, onun gibi düşünme… Belki de en zoru burası. Kendini şeker zanneden birinin menemen acısını anlamasını beklemek ne zor şeyse empati de öyle…

Sizin hikâyeler kısa genellikle, bu özel bir tercih mi?
-Evet, bazen uzun-kısa farklılaşıyor ama hikâyenin nerede bitmesini metnin kendisi söylüyor gibi gelir bana. Fazladan bir cümle veya bir kelime örneğin; ayranı fazla sulandırmanın lezzetini bozduğu hissini yazıda da yaşarım. Fazla gibi duran her şeyi siler atarım…

Durum hikâyeleri denebilir mi sizin metinlerinize?
-Tamamı için değil belki ama bazı hikâyelerim öyledir.

Karakalem çizimler yapıyorsunuz. Ressam olmanın metinlerinize nasıl bir etkisi var?
-Evet, resim merakım vardır. Bazen boya kokusunu özlerim o zaman da tuvalin karşısına geçerim…
Resimle uğraşıyor olmam metinleri somut bir hâle getirip onların içine girme, dokunma hissini yaşatır bana. Mekânların ve şahısların pozisyonlarını kelimelere dökmek iyi bir eskiz çizimiyle mümkündür… Çetrefilli bir metin için fotoğraflardan faydalanmak mümkündür.

Kayseri’de yaşıyor olmanız avantaj mı, dezavantaj mı?
-Ben hep dezavantaj olduğunu söylemişimdir. Yüzme bilmeyen birinin kıyıya yakın yerde suya girmesi gibi bir şey. Bu kıyıya yakınlığın avantajı neyse bir yazar içinde edebiyatın göbeğine yakın olmakta odur. Boğulursan büyük gölde boğul misali…

Bir araya gelip tartıştığınız edebiyat ortamları var mı?
-Evet, böyle bir ortam zaman zaman şehrimizde oluşmuş ama devamlılık arz eden olmamış. Yakın zamanda YOĞUNBURÇ merkezli belediyemizin katkılarıyla bir edebiyat ortamı yaratıldı ama o da uzun sürmedi.

Beslendiğiniz toprağın kokusu hikâyelerinize nasıl yansıyor?
-Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana’sı aklıma geldi. Her yazar kendi toprağını sever, koklar, öper.
Yansıma; Anadolu saflığı, güneş yanığı, mahcubiyet, tedirginlik… Söğüt akağaçlarının yalnızlığı, bir şoseye uzanan köy yolu, kır çeşmeleri, gökyüzünün sonsuzluğu. İzlenimci ressamların tabloları ruhumu besleyen renkler…
Yöresel dil kullanıyor olmanız da bu yansıma cümlesinden mi?
-Bu yazacağınız hikâyenin getirdiği bir zorunluluk gibi bir şey. Demek ki daha kentsel içerikli hikâyeler yazmam lazım… Her hikâye kendi dilini çağırır derim hep.
Yöresel bir hikâyede kent dili insanı içine çekmez. Ama bir hikâyenin vücut bulduğu ortamlar değişken ise dilini ve kelimeleri ona göre seçmelisin.

Sizi çok hüzünlendiren ve gözlerinizi yaşartan sahneler hikâyelerinize gelip nasıl yerleşiyorlar?
-Hikâyelerimin özünde beni yazmaya zorlayan bir gerçek çekirdek mevzu var. Hakikat daima dramatiktir. Hikâye bu çekirdek mevzu etrafında mevçler gibi genişler. Dramatik olsun diye bir niyetim yok ama konular ya da beni yazmaya iten çoğu olay dramatiktir.

Kedi ve köpekler sıkça mı yer alıyor metinlerinizde?
-Böyle olsun diye bir seçiciliğim yok. Ama bazı şeyleri hayvanlar üzerinden anlatmak, sanki kimseyi üzmeden bir meramımı kolay anlatıyorum gibi geliyor bana.

Garibanlar, kağıt toplayan kişiler de hikâyelerinizde yer buluyor “Tır Ahmet” gibi. Size gariplerin hikâye edicisi diyebilir miyiz?
-Evet, bu da özellikle tercih ettiğim kişi ve tipler değiller. Ama çevrem bunlarla dolu… Neticede ortalama insanların yaşamları gibi bir hayatı yaşıyorum. Ama bu konuyu bir eleştiri olarak çoğu kimseden duyduğumu söylemeliyim. Konu ve dilde farklılığa gitmem gerekir gibi.

Hikâyelerinizde duru, damıtılmış bir dil kullanıyorsunuz? Bu anlaşılmayı öncelediğiniz anlamına mı geliyor?
-Hayır, dilimin arılığını anlaşılmak için değil iyi bir metinin böyle olması gerektiğine inandığım içindir. Söyleyeceğimi bir kakofoni yığını yapmak üslubum değil. Genel geçer yazma kuralları neyse onu yapmaya çalışıyorum. Fazlalıkları at korkma ilkesini seviyorum.

Hikâyelerin uyuyanı uyandırma işlevi var mı?
-Bu çok didaktik bir şey olur. Ama anlatılan mevzudan böyle bir çıkarım yapılırsa oda alıcının kapasitesiyle ilgilidir. Evet, hikâyede bir şey söylemeliyim ama bunu çok göstererek yapmamaya çalışıyorum. Su mecrasında akmalı balık ona göre bir yer bulur yumurta bırakır.

Kısa metinler yazmak özel bir tercih mi?
-Birazcık öyleyimdir. Kısa ve öz. Söyle geç. Bazen şiir denemelerimde de böyle oluyor sanki bir dörtlükte söyleyeceğimin tamamını söylemişim gibi hissediyorum. Belki de bir yetersizlik ölçüsüdür bilemiyorum.

Babanız neden hiç aşk filmi seyretmedi?
-Bu kızımın ağzından anlatılmış bir hikâye. Evet, babam değil ben uzun yıllar aşk filimi izlemedim. Bu başlı başına bir hikâyedir diyelim.

Hikâye doğuya, roman batıya ait fikrine katılır mısınız?
-Ortaya çıkış tarihlerine bakarak böyledir denilebilir. Biz sözlü masallarla bir dünya kurmuşuz, Avrupa bunu yazıyla ve bir formata sokarak romanı var etmiş.

Son olarak şiirle aranız nasıl?
-Şiirde bir istikrarlı tavrım yok maalesef. Zaman zaman güzel şeyler çıkıyor ama bunları düzenli olarak işte bunlar şiirlerimdir diyebilecek durumda değilim…

Kutu içinde

HÜDAVERDİ AYDOĞDU KİMDİR?

Hüdaverdi Aydoğdu, Diğer Kategoriler, Edebiyat, Öykü kategorilerinde eserler yazmış bir yazardır.
Başlıca kitapları alfabetik sırayla; Annemin Penceresi, Babam Hiç Aşk Filmi İzlemedi, Güne Uyanan Şehir olarak sayılabilir.
Hüdaverdi Aydoğdu kitapları; İncir Yayıncılık, IQ Kültür Sanat Yayıncılık aracılığıyla kitapseverlerle buluşmuştur.
Hüdaverdi Aydoğdu tarafından yazılan son kitap “Annemin Penceresi”, İncir Yayıncılık tarafından okurların beğenisine sunulmuştur.

12.07.2023

https://www.istiklal.com.tr/haber/ask-filmi-seyretmemis-bir-garibanlar-hikayecisi/774168

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir