DAĞIN ERENİ

UĞUR CANBOLAT

DAĞIN yücesinde yaşardı.

Sıcağında kavrulur, soğuklarında üşürdü ama oradan kolay kolay inmezdi.

Dostları ve sevenleri onu ziyarete giderlerdi.

Bin bir zahmetle tabi.

Zahmeti olmayan rahmet olur muydu hem.

Ayrıca madem kendisine gelenler dost gönüllerdi, o zaman onlara zahmet olmazdı.

Olmamıştı zaten.

Bu sebepledir ki, geleni, gideni hiç eksik olmamıştı.

VAKTİYLE şehre indiği olmuştu elbette.

“İki kere ikinin dört ettiği” tartışıldığından tekrar dağa dönmüştü.

En çok adaletsiz olanların en fazla adaletten dem vurduklarına şahit olunca kesin kararını verip o meşhur cümlesini kurarak gerisin geriye arkasına bile bakmadan kaçıp gelmişti.

“Hakkın kelamı, dostun selamı gerek bize… Gayrısı, gayrısının ola.” diyerek kente sırtını dönmüştü.

O gün bugündür küslüğü devam etmekteydi.

TAHTA yontardı.

Konuklarının yatkınlıklarına göre tahtadan yonttuğu minik hediyeler sunardı.

Kimine kılıç, kimine kama, kimini de kanatlarını açmış bir kartal…

Küçük tespih verdiği de olurdu ama bu çok nadirdi.

Şu da vardı ki, kendisi armağan kabul etmezdi.

Israr edenler olduğunda ise hepimizin artık ezberlediği şu cümleyi deyiverirdi.

“Hakkın kelamı, dostun selamı gerek bize… Gayrısı, gayrısının ola.”

BAY idi, yani gönlü mamur olanlardandı.

Bayındır oluşu herkes tarafından bilinir, duyulurdu.

O dağ başında bu kadar ikramı nasıl yaptığı da meçhuldü ve hep öyle kaldı.

Dağlar sanki onun bostanıydı da her şeyi sunardı.

O da dostlarına kendisine sunulanı sunardı.

TOPLANAN ağaçlardan kocaman bir öbek oluşturulmuştu o akşam.

Ateş yükseldikçe yükselmiş, odunlar çıtırdamış ve duman gökleri sarmıştı.

Dışarıdan bir gören olsa ordugâh kurulduğunu sanabilirdi.

Herkes bulduğu bir taşın üstüne oturmuş onu minder etmişti âdeta.

Hiç kimse halinden yakınmıyordu. Sanki çok yıldızlı bir otelin lobisindeymiş gibi rahattı.

Kenarları dumandan kararmış koca demlikteki kaynayan su demlenmek isteyen çaya haber salmıştı.

İşte tam o sırada “Dağın Ereni” sözün kundağını açmıştı.

“HAKKIN kelamı, dostun selamı gerek bize… Gayrısı, gayrısının ola” sözü onun bir nevi besmelesi olmuştu. Aynı zamanda bununla “Hatm-i mekâl” dedikleri kelimeleri sonlandırmayı yapıyordu.

Başı da sonu da aynı cümlelerdi yani ama araya dünyalar sığıyordu.

O gün dağı eritmekten bahsetmişti.

“Dağı eritemeyenler destan yazamazlar” demişti.

Onun tarifine göre dağ egoya denk geliyordu.

İşte onu eritmeden dağın içindeki madenlere ulaşmak asla mümkün olmazdı. İnsan da aynı şekilde kibir dağlarını un ufak etmeden kendi cevherine ulaşamazdı. Yeteneklerini açığa çıkaramazdı. Madenlerini çıkarıp kendi hakikatine vasıl olamazdı.

Sohbet yanan odunların sıçrayan kıvılcımları arasında akıp gitmişti.

Bir uyarısı vardı ki, mıh gibi çakılı kaldı belleğimde.

“Dağı eritemeyenleri dağ eritir.”

KENDİSİNE “Dağın Ereni” denilmesinin sebebi belki de muhabbetini bu metafor üzerinden yapmasından kaynaklanıyordu, bilmiyorum.

“Dağı eritemezsen demiri bulamazsın. Demiri bulamayınca kılıç yapamazsın. Kılıcın yoksa savaşamazsın” gibi sözleri kulaklarımızdan kalplerimize ulaştı.

Ateşte dövülmeyen çelik kılıç değil demir olarak kalmaya mahkûm oluyordu demek ki…

Önceleri şaşırmıştım sürekli aynı örnekleri vermesine ama belki de çözmemizi istediği bir bilmeceydi bu.

Bilmece çözülünce çözülecek olan bizdik sanırım.

Çözebildik mi peki, evet diyemem.

Ya Selâm!

02.09.2023

https://www.istiklal.com.tr/kose-yazisi/dagin-ereni/787075

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir