UĞUR CANBOLAT
ONU heybesi olmadan gören hiç olmamıştı.
Küçük yaşından beri sol omuzuna attığı heybesiyle dolaşır asla onsuz dışarı çıkmazdı.
Çeşit çeşit heybeleri vardı.
Günlük kıyafetlerine uyumlu olmasına özen gösterirdi. Bir nevi kıyafetini tamamlayan bir aksesuar hâlini almıştı.
İlk gençlik yıllarında konuya çok dikkat edilmemiş olsa da yaş kemâle ermeye başladığından insanların dikkatli bakışlarını üzerine çekmişti.
Dolayısıyla sorgu sual başlamıştı.
…
KİMİ de onun yorgunluğu üzerinden meseleye yaklaşıyordu.
Ama onda bu yönde şikâyeti bırakın emaresi bile görülmemişti. Tersine çok keyif alırdı.
Hele heybesini omuzundan büyük bir keyifle ve âdeta gösteri yaparcasına indirip zevkle bağdaş kurarak onu da dizlerinin üzerine bırakması yok muydu, görmeye değerdi.
Bazen arkasına koyup yaslanır kimi vakit kolunun altına alıp dayanırdı.
Kısacası onun günlük hayatında çok yönlü bir işleve sahipti.
…
HEYBESİ boş olmazdı.
Muhakkak bir iki kitap bulunurdu. Tenhada okumayı sevdiği belliydi.
Bir nevi tabiatla bütünleşme gayreti gibi duruyordu tüm bunlar.
Mevsim meyveleri bulundurmayı severdi. İkram onun hayatının ayrılmaz parçalarından biriydi.
Eğer yârenlik ettikleri akranlarıysa heybeden çıkardığı elmayı belindeki kemere takılı bulunan deri muhafazadan bıçağını çıkarır, özenle siler, keskinliğini dikkatle kontrol ettikten sonra bir bütün olarak soyardı. Elmanın kabuğu helezonlar gibi uzardı ki, seyretmesi pek keyifli olurdu. Ardından dilimler ve bıçağın ucuyla çevresindekilere birer birer ikram ederdi.
Çocuklarla muhabbet halindeyse eğer kıpkırmızı elmaları çıkarır, ceketinin üzerine sürüp temizledikten sonra verirdi.
O heybeden neler çıkmazdı ki…
Armut, erik, ayva, kayısı, üzüm, domates, salatalık hatta yer yer ceviz çıkarırdı.
Çok keyifli bir günündeyse eğer yılların izini taşıyan, ağzını kese gibi diktirdiği torbasından misket denen bilyelerini çıkarır çocuklarla saatlerce oynardı.
…
YERİNDELİK duygusunu ilk onda görmüştüm.
Çevresindekiler yaşını başını almış kişilerse eğer takip ettiği kitabını çıkarır oradan pasajlar okur, izah ederdi.
Şeyh Sadi’nin “Bostan”ı bunlardan biriydi. Öyle keyifle okurdu ki, kendinizi anlatılan hikâyenin içinde bulmamanız imkânsıza yakın olurdu.
Yine Mesnevi okumaları insanı kendinden geçirirdi.
Aynı şekilde Yunus Emre divanından şiirler okurdu. Eğer o gün diğer günlerden daha keyifli ve coşkuluysa beste gibi terennüm ederdi. Gözyaşlarının yanaklarını neden sık sık ıslattığını o yaşlarda anlayamamıştım elbette.
…
DUYGU insanıydı. Aklı geriye mi atmıştı derseniz, sanmıyorum ama benim zihnimde daha fazla kalan kısmı duygusu olmuştu.
Gençlerle muhabbet faslı daha çok alevli sorular cevaplar şeklinde tezahür ederdi.
Şaşılacak şey şu ki, bunları da heybesinden çıkardığı kitaptan sanki onlara özel yazılmış gibi okuyarak cevaplandırırdı.
Şimdi geriye doğru baktığımda kuşkulanmıyor da değilim. Özellikle bu soru cevap faslının bu kadar denk düşmesinden dolayı acaba herhangi bir kara kaplı kitaptan okuyor gibi yaparak onlara özel cevapları kendi bilgi ve muhayyilesinden mi üretiyordu, bilmiyorum.
Geçmiş gün neticede…
…
YAŞADIĞIMIZ kasabada komşumuza misafir gelen, kendince bilmiş ve biraz da gençliğin verdiği havailikle üstten üstten konuşan parlak zekâlı bir delikanlı vardı.
Şişkin bir heybeyle dolaşan bu kişi, onun çok acayibine gitmişti.
Ses tonunu yükselterek hafif istihza sezilen bir tonlamayla “Baba ne taşıyorsun böyle heybende?” diye sormuştu.
Hiç şaşırmadı. Duraksamadı.
Usta bir hazır cevaplılıkla kendisine dönerek “Günışığı taşıyorum evlat” demiş ve yoluna devam etmişti. Bakakalmıştık arkasından.
Diyorum ki, biz nasıl oldu da heybedeki enva-i çeşit meyve ve sebzeyi görmüşken günışığını görememiştik!
Demek, her görme, görme değildir.
Ya Selâm!
26.07.2023