UĞUR CANBOLAT
SEMERCİYDİ.
Ahmet diyerek ünlerlerdi.
Dededen babadan kendisine intikal eden mesleğini hakkını vererek yapardı.
Civarın en iyi semercisiydi. Malzemeden çalmazdı.
Kendirden önce vurup yapıştırdığı malzemeyi kirmenle eğirir ve evvelden hazırladığı bal mumu ile iyice sıklaştırıp sağlamlaştırırdı. Bu ipi vücudu yapılı, semiz, iyi beslenmiş birkaç pehlivan var gücüyle çekse bile neredeyse koparamazdı. Yaptığı işin hakkını verirdi yani.
Semerde kullandığı deriyi de yine kendisi özenle hazırlardı.
Bir gün öncesinden suya yatırır iyice genleşmesini sağlar ertesi gün bazı yerlerini tandırda annesinin dokuduğu kilimle birleştirerek bir estetik kazandırırdı.
Sıra dikme işine geldiğindeyse bir defayla yetinmez yan yana açtığı deliklerden bir önden bir arkadan olmak üzere iki defa geçirir ve her defasında da sıkı bir düğüm atardı.
Bu sebeple Semerci Ahmet’in yaptığı bu ürünler zamanla civarda şöhret bulmuştu.
Uzak yakın demeden siparişler alırdı.
Tekti. Bir annesi bir kendi kimseye muhtaç olmadan el emekleriyle yaşayıp giderlerdi.
Evvelden aldığı çıraklar olmuştu ama işine haylaz ve biraz da haytalık yaptıklarından onlara yol vermiş bir daha da buna tevessül etmemişti.
İş ciddiyet isterdi ona göre, emek isterdi. Helal kazanç için bunlar zaruriydi.
Bu ise, tüm zamanını ve dikkatini işine yoğunlaştırmakla ancak mümkün olabilirdi.
Az konuşması esasen bundan kaynaklıydı.
Onun yaptığı semerleri değil bir kişinin yaşarken eskitebilmesi nesilden nesile kıymetli bir miras olarak devredilirdi.
…
GARİP bir hâli vardı Semerci Ahmet’in.
Gün içinde fırsat bulduğu tüm aralıklarda kullandığı o kalınca iğne ve ipliği alarak çarşıyı dolaşmaya çıkar tüm ciddiyetini ve vakarını takınarak nefesi yettiğince seslenirdi ahaliye.
“Kefene cep dikilir.”
Kimi birden bire irkilip ölüm hatırlatıldığı için aniden korkuya kapılarak “Kim bu münasebetsiz” dercesine tabana kuvvet uzaklaşırdı.
Bazısı istihza ederdi. Makaraya almak için oradan buradan söz atmaya çalışırlardı ama Semerci Ahmet kendini bozmadan devam eder kimseyle söz dalaşına girip verdiği mesajın sulandırılmasına müsaade etmezdi. Hiç istifini bozmadan “Kefene cep dikilir” nidasını çarşının sokaklarında havalandırmayı sürdürürdü.
Yaşını başını almış, güngörmüş, hayatın zorlu çemberinden geçerek epeyce sillesini de yiyenler ise bu çağrıyla karşılaştıklarında dizlerinin bağları çözülür adım atamazlardı. Gözlerinin feri çekilerek eliyle duvarı yokladıktan sonra zorlukla çömelip kalanlar da sıkça görülürdü.
Verilen mesajı almak istemeyen dünyanın sarhoş eden kokusuyla başı bir hoş olanlar ise “Allah’ın meczubu işte, ne olacak” der yollarına fasıla vermeden devam edip giderlerdi.
…
SEMERCİ AHMET’İ en çok çocuklar severdi.
Onlara her daim ikram edecek şekerler bulunurdu cebinde. Bazı günler el yükseltir helva dağıtırdı.
Henüz kefenin ne olduğunu bilmeyen bu minik kalpleri kim bilir belki de Semerci Ahmet mutlak geleceğe hazırlıyordu.
“Ölüm var, ölüm” diyordu onlara…
“Sizler türlü hallerle meseleyi görmezden gelip topuklayan bu büyükler gibi olmayın, gerçeklerden kaçmayın” diyordu.
…
SEMERCİ AHMET EFENDİNİN size aktardığım ahvalini çevresinde “Üsküdar’ın Tıkandı Babası” olarak bilinen Su Yüzeyi Fotoğrafçısı Feyzullah Baytekin anlatmıştı.
Eksiği çok, fazlası yok.
Feyzuli mahlasıyla sosyal mecrada suya yansıyan fotoğraflarını paylaşan sanatçı Semerci Ahmet’in suya yansıyan bir fotoğrafını çekebildi mi, bilmiyorum.
…
KEFENİN cebi yok, evet.
Ona cep dikilmez üstelik.
Şeyh Şaban-ı Veli Hazretlerinin Kastamonu’daki türbesinde yazılı olan sözü gibi “Üryan geldik, üryan gideriz.”
Peki, bunu bildiğimiz halde dünyaya olan bu aşırı sevdamızın açıklaması nedir?
Bu biriktirme tutkumuzun izahı var mıdır?
İçine düştüğümüz çokluk belası ve kesret hastalığı ile aslında her birimiz kefenimize cep diktirmiş olmuyor muyuz?
Semerci Ahmet haksız mı yani?
Ya Selâm!
24.07.2023