Fiyakasız yazarları daha çok severim. Onlar toplumun içinde kendilerini eritmeyi bilmiş, onlarla hemhal olarak beslenmiş ve kendi sesini kelimelerle bozmuş insanlardır.
Bu fiyakasız yazarlar gerçekten mütevazıdırlar. Cemiyetin atardamarı olarak yaşadıklarından verdikleri ürünler yaşadıkları ve mensup oldukları milletin kalp atışları mesabesindedir.
İşte bu sebeple kabul görüp sevilirler. Eserleriyle özdeşlik kurarlar. Kendilerinden olan bu yazarları gönüllerinde mihman ederler.
Bugün edebiyatın birçok alanında velut kalemiyle sevilen eserler vermiş olan gazeteci yazar İsmail Fatih Ceylan’ı sizlere takdim ediyorum.
Yazarlık hayatına dair kısa da olsa bu gezintimizi seveceksiniz.
UĞUR CANBOLAT
———————–
Tavşanlı Kütahya doğumlusunuz. Buranın dokusu şimdiki halinize nasıl yansıdı?
-Tavşanlı’nın etkisi oldukça fazladır. Şirin ve güzel ilçemizden ayrılmayı hiç istemezdim. Manevi havasından, insanlarından ayrı kalmak boşluğa düşmek gibi geliyordu. O yüzden uzun süre gelen tekliflere rağmen İstanbul’a taşınmayı düşünmemiştim. Zaten oradan gazeteye yazılar gönderiyordum, oldukça sık yayınlandığı için ismim gazete okurları tarafından biliniyordu. İstanbul’a taşınırsam, orada yolumu şaşırırım, istikametimi kaybederim endişesindeydim. On yıl kadar direndim bu yüzden. Ancak 1991 yılında İstanbul’a gelebildim.
Yörünge Dergisi sizin için başlangıç mıydı?
-Çalışma hayatı olarak başlangıçtı. Gazeteye olduğu gibi Yörünge’ye de yazılar, polemikler, haberler gönderiyordum. Resul Tosun Tavşanlı’ya geldiğinde İstanbul’a gelip dergide çalışmamı teklif etmişti. Bu sefer bir deneyeyim, yapamazsam 15 gün sonra dönerim dedim. Fakat dönmek yerine 15 gün sonra evi taşıdım. Dergide çalışmak güzeldi, dosyalar hazırlamak, yazı yazmak, röportajlar yapmak keyifliydi. Ahmet Kaya ile yaptığım röportaj çok ses getirmişti, sonradan da iyi arkadaş olmuştuk. Korktuğum İstanbul’a hızlı alışmıştım.
Dergilerle hemhal oluşunuz devam etti mi?
-Doksanlı yıllara kadar devam etti. 80’li yıllarda Aylık Dergi, Mavera, Edebiyat Dergisi gibi dergilerle ilgiliydim, bazılarında hikâyelerim, denemelerim yayınlanıyordu. Ankara’da askerlik yaparken Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, Yaşar Kaplan ile sıkça görüşüyordum. Çarşı iznine çıktığımda Mavera’ya uğrardım, Cahit abi beni daktilonun başına oturtur, Meral Maruf’un Afganistan’dan gönderdiği mektupları, bizim Türkçe’ye uygun yeniden yazmamı isterdi.
Dergilerde başlamayı, yazmayı kalem erbabı olmak isteyenler için avantaj olarak görür müsünüz?
-Tabii ki avantaj, bir edebiyat çevresinin içinde oluyorsunuz en azından. Edebiyat dergilerinde yazılarının, hikâyelerinin yayınlanması sizi daha özgüvenli yapıyor.
Millî Gazete’de köşe yazdınız. Başka hangi gazeteler kaleminize zemin oldu?
-İlk iki üç yazım 77’de Yeni Asya’da, sonra Yeni Devir ve Millî Gazete’de çıktı. Millî Gazete’de sürekli yayınlanır hale geldi. Bir iki yıl sonra gazeteyi ziyarete gittiğimde, beni İsmail Fatih Ceylan’ın oğlu sandılar. İsmim üçlü isim olunca kırk-elli yaşlarında olduğumu sanıyorlarmış. On dokuz yaşında birini görünce şaşırmışlardı. Yörünge dergisinde çalışırken Fatih Saraç’ın ısrarıyla Millî Gazete’de çalışmaya başladım. Hem aile sayfaları hazırladım hem roman tefrika ettim, köşe yazısı yazdım, röportajlar yaptım. Millî Gazete dışında kendi adımla veya müstear isimlerimle birkaç gazetede yazılar yazdım. Bunlardan biri Yeni Şafak’tır.
Yazı hayatınıza hikâye ile mi başladınız?
-Evet, Ortaokul’da Küfeci diye bir hikâye yazmıştım. Hatırladığım ilk hikâye odur. İlk yayınlanan ‘Son Sabah’ kitabımdaki hikâyelerimin çoğunu lise yıllarında yazmıştım.
Ödül alan hikâyeleriniz var değil mi?
-Yeni Devir gazetesi hikâye yarışmasında ‘Sessizce Derinden’, Ömer Seyfettin hikâye yarışmasında ‘Yapma Çiçekler’, bir bakanlıkça Sezai Karakoç adına düzenlenen hikâye yarışmasında ‘Göçmen Kuşlar’ hikâyelerim ödül aldı.
Romana yönelmeniz nasıl oldu peki?
-Lise sonda iken ‘Kapanmayan Yara’ romanını önce ‘Mavi Gözler’ adıyla hikâye olarak yazmaya başladım. Burçin’in Mete’yi reddettiği bölüme kadar olan sanırım 25-30 sayfalık bir öyküydü. Bir arkadaşım okudu, o başkasına okudu. Hani devamı dediler. Çok sürükleyici, devamı olmalı diye ısrar ettiler. Bende yeni baştan yazdım ve zamanla romana dönüştü. Yazarken kendimi çok kaptırıyor, olayları yaşamış gibi kaleme alıyordum. Kahramanların, yan karakterlerin her biri sanki benmişim gibi. Kendimi böyle kaptırınca neredeyse beş yüz sayfayı bulmuştu. İkiye böldüm, ilkine ‘Kapanmayan Yara’, devamına ‘Beyaz Zambak’ adını verdim. Şu anda 68. baskıları bitti, yeni baskıları yapılacak. Onun ardından ‘Sabahsız Geceler’ ve devamı ‘Zamansız Rüzgâr’ı kaleme aldım, onlar da 56 baskıyı bitirdiler. Diğerleri de kırklı baskılarda.
Kaç roman oldu?
-Roman olarak on beş, toplam kitap sayısı otuzdan fazla.
Romanda konu ve kahramanlarınızı nasıl seçiyorsunuz?
-Kahramanları insan kendisinden, iç dünyasından yansıtıyorsun ve hayalindeki dünyanın içinde yaşatmaya çalışıyorsun yazarken. Romanlarda kahramanları çok etkileyici, bir filmin başrol oyuncusu gibi özenilecek karakterler olarak vermek istemişimdir. Kapanmayan Yara’nın Mete’si, Sabahsız Geceler’in Cihan’ı, Bir Buket Gül’ün Fikret’i, Unutulmuş Günler’in Cihat’ı okurları çok etkiler gerçekten. Kızlar Mete’ye çok hayrandır, onu reddetmiş Burçin’e öfke duyarlar, sonunda kavuşturduğum için bazıları kızar. “Burçin Mete’yi hak etmiyordu, Mete Nilüfer ile evlenmeliydi” diyenler var. Ben nasıl yazarken kendimi kaptırıyorsam, okuyanlar da kendini kaptırıyor. Romanlardaki o dünyadan çıkmak istemiyorlar. Okurlarla diyaloğumuz çok iyidir.
Sizin camiamızın idol olmuş romancılarıyla yakın temaslarınız oldu diye biliyorum. Mesela Şule Yüksel Şenler ile çalıştınız mı?
-Kendi yazarlığımın dışında gazetecilik ve yayınevlerinde editörlük olunca, pek çok yazarla dostluğum oldu. Şule Yüksel Şenler ablanın kitaplarını yeniden gözden geçirip yayınlama isteğim vardı Timaş için. İki kitabının editörlüğünü yaptım. Şule abla o kitaplara yazdığım önsözü çok beğenmiş, ziyarete gittiğimizde bunu ifade etti. Ondan sonra Şule ablanın hayatını romanlaştırma fikri oluştu. Vefatından öncesine kadar bir yıldan fazla haftada bir, on günde bir evine gelip gittim, anne oğul gibi olduk.
Minyeli Abdullah romanıyla bilinip sevilen mütefekkir Hekimoğlu İsmail Bey’in hayatınızda nasıl bir yeri var?
-Türkiye’deki İslami romanın başlangıcı Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah romanıdır. O romanla hala kırılamayan rekorun sahibi. Fakat eserlerinden çok şahsiyetine hayranım. Son derece mütevazi, yardım sever, teşvik eden bir insandı. İlk yazılarımı yazdığım sıralarda geldiğim İstanbul’da ziyaretine gitmiştim, ilgisi beni çok şaşırtmıştı. Anadolu’dan gelen bir gençle sohbet ediyor, çay ısmarlıyor, yazmam için teşvik ediyordu. Müthiş bir şeydi. Sonraları daha yakından tanıyınca insanlığı beni çok etkiledi. Yazdığıyla yaşadığı bir olan nadir kişilerdendi. Onunla dost olduğum, son kitabına editörlük yaptığım için şanslıyım. Allah mekanını cennet eylesin. Hepimizin üzerinde emeği var.
Bizlere tarihi sevdiren tarih romancısı Yavuz Bahadıroğlu’nun bu alanda sizce nasıl bir etkisi oldu?
-Tavşanlı’da ortaokuldayken yaz tatilinde çıraklık yaptığım Nur Kitapevi’nde Yavuz Bahadıroğlu’nun ‘Buhara Yanıyor’ romanını okudum ve adeta çarpıldım. Anlatış tarzına, üslubuna hayran kaldım ve bütün eserlerini okudum. Önce eserleriyle etkileyen bir yazar oldu benim için. Yıllar sonra da editörü ve dostu oldum. Kendimi biraz onun gibi görüyordum, durmadan roman yazmak isteğimde Yavuz abinin etkisi çoktur.
Bizim kesimde kimi isimlere hidayet romanı yazarı denilerek küçümsenmeye çalışılıyor, bu konuda düşünceniz nedir?
-Bizim camiamızda genel anlamda okurdan yazara dikey destek var ama yazarlar, yayıncılar, kurumlar arasında yatay destek pek olmadığı için, ülke çapında bir rüzgâr estirilemiyor. Yazarların birbirini pek tanımaması, yakın olamaması ve birbirlerinin kitaplarını okumaması da bunda bir etken. Sadece dahil oldukları çevrenin içinde kalıyorlar. Birlikte hareket etmek yerine tek başına olmayı yeğliyorlar. Bizim camiamızda çok okunan bazı yazarlara, biraz da solun etkisiyle hidayet romanı yazarı, edebi yönü zayıf gibi ithamlar yapılmıştır. Sol, milyonlarca okunan ve rekorları hala kırılamayan eserlere, hidayet romanı diye küçümsemeye çalıştı, bu kültürel hâkimiyetleri için belki anlaşılır bir şey.
Rakibi ekarte etmek için yapılan algı çalışması yani…
-Evet. Sonuçta ideolojik bir rakibin milyonlara ulaşmasını itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar, genelde din hazzetmedikleri bir şey, aslında okuyan halka kızıyorlar. Bizimkilerden bazılarının bu tavra yatkın olması, kompleksten ve biraz da kıskançlıktan kaynaklanıyor.
Hidayet romanlarının nasıl bir etkisi oldu size göre ülkemizde?
-Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmed Günbay Yıldız, Emine Şenlikoğlu vb. isimler eserleriyle Türkiye’deki bir dönüşümü sağlamıştır. Evet hidayet romanı yazmışlardır, ama bu değerini düşürecek, küçümsenecek bir suç olamaz, üstelik bu isimlerin çoğu gayet de güzel yazıyorlar.
Bizim camiamızda bu tarzı küçümseyenlerin büyük bir kısmı, ilk onların eserleriyle görüş sahibi olmuş, edebiyatı sevmiş, yazarlık hevesine kapılmıştır oysa. Kaldı ki kendilerinin de ilgiyle okudukları, etkilendikleri, hayran kaldıkları Viktor Hugo, Tolstoy, Dostoyevski gibi yazarlar da eserlerinde dine yer veren hidayet romanı yazarıdırlar.
Hangileri mesela?
-Viktor Hugo’nun en bilinen romanı Sefiller, tam anlamıyla bir hidayet romanıdır. İyi duygularını hapiste kaybetmiş olan eski mahkûm Jean Valjean, şamdanlarını çaldığı piskoposun iyiliği sayesinde hidayete erip kendini hayırlı işlere adamış dindar bir iş adamıdır.
Dünyanın en çok okunan romanı Tolstoy’un Anna Karenina romanı da bir hidayet romanıdır. Bu romanda Anna Karenina ile Kont Vronski’nin yasak aşkı ikinci planda kalır, dinsiz Konstantin Levin’in Hristiyan olup hidayete ermesi ön plana çıkar. Tolstoy’un asıl amacı Rus halkına dinin insana huzur verdiğini anlatmaktı. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza ile Karamazof Kardeşler romanlarında da durum aynıdır.
Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede kaleme alınan metinlerde dinin yer alması normal değil mi?
-Elbette öyle ama Türkiye’de İslam’dan bahsetmek, dinden söz etmek uzun yıllar boyu gericilik olarak değerlendirildiği için, dini değerlere yer veren romanları hidayet romanları diye küçümsemeye, edebiyat dışı görmeye çalıştılar. Oysa edebiyat, özellikle roman, hayatı anlatır. Hayatın içinde dinin yer alması doğaldır.
İSMAİL FATİH CEYLAN KİMDİR?
Yazar Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde dünyaya geldi. Ortaokul ve lise yıllarında şiir, hikâye ve roman çalışmalarına başladı. İlk yazıları o yıllarda değişik gazete ve dergilerde yayınlandı. Sessizce Derinden hikâyesiyle Yeni Devir gazetesi hikâye yarışmasında, Yapma Çiçekler hikâyesiyle Ömer Seyfettin hikâye yarışmasında ödül kazandı. Kendi adı ve Bülent Bengisu, Aykut Çağatay, Tümay Türenç, Mahir Efe gibi müstear isimlerle ulusal gazetelerde metin ve köşe yazarlığı yaptı. Romanları tefrika edildi. Otuzu aşkın kitabı yayınlandı.
e-posta: ifatihceylan@hotmail.com
YAYINLANMIŞ BAZI ESERLERİ:
ROMAN:
Kapanmayan Yara/Beyaz Zambak / Sabahsız Geceler/Zamansız Rüzgâr / Bir Buket Gül / Unutulmuş Günler / Ağlama Kızım / Zirvedeki Yalnızlık/Ayrılık Çeşmesi/Ben Seni Gizli Sevdim / Buğday Tanesi (Serkan Bayram ile birlikte)
HİKÂYE
Son Sabah / Yapma Çiçekler / Yalnızlık Veda Edememektir / Bir Kızın Varsa / Sevip Sevilmeyenler Kahvesi / Bir Garip Adam Bu Kafayla Düzelemeyiz / Mevlana’dan Peygamber Öyküleri
DİĞERLERİ
Evlenemeyen Kızlar&Evlenmeyen Erkekler / Reşat Nuri Güntekin, Hayatı ve Eserleri / Romancının Romanı, Yavuz Bahadıroğlu, Hayatı ve Eserleri / Cengiz Han, Savaşçıların Efendisi / Tapınak Şövalyeleri / Civanmert (Kastamonu Kahramanları)
BÜLENT BİLGİN MACERA SERİSİ (Mahir Efe adıyla)
Ölmek İsteyen Vampir / Görünmeyen Canavar / Amazon Kadınlar Örgütü /Eskişehir’deki Piramit / Tapınak Şövalyeleri Taksim’de
04.12.2024