Elif Öğretmen romanının yazarından “Ben Ekmeksiz Yaşarım, Hürriyetsiz Yaşayamam” diyen Bediüzzaman Said Nursi romanı: KUTUP YILDIZI
Cağaloğlu yıllarımdan tanıdığım keskin ve güçlü bir kalem, kavi bir ruh, sarsılmaz bir mücadele insanı olan gazeteci ve romancı Hüseyin Yılmaz, Kalbimdeki Yabancı, Rejim Düşmanı Rıza, İnkılap Kurbanları, Elif Öğretmen gibi kitaplardan sonra şimdi de Risale-i Nur Külliyatının müellifi Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını mevcutlardan farklı kaleme aldığı Kutup Yıldızı romanıyla tekrar gündemde.
Gazeteci ve romancı Hüseyin Yılmaz ile siz İstiklal Gazetesi okuyucuları için bu romanı konuştuk.
UĞUR CANBOLAT
—————–
Sizi gazetecilik yıllarınızdaki dosya haberle tanıdım. Bir kıyaslama yaparsak bugün aynı düzeyde ciddi habercilik yapıldığını düşünüyor musunuz?
– Değişen şartlar, teknolojik gelişmeler, bilhassa internetin hâkimiyetine bağlı olarak boy atan “sosyal medya“, gazeteciliği de büyük çapta değiştirdi. Eskiden bin bir gayretle ulaştığınız mevzular, örtülü kalmış meseleler, saklı kalmış vak’alar şimdi herkese açık halde. Ulaşmak için gazeteci olmanız gerekmediği gibi, çoğu zaman uğraşmanız da gerekmiyor.
Bununla birlikte, bir zayıflamanın yaşandığını da görmek lâzım. Az okuyan, az düşünen ve hızlı yaşayan nesillerin dünyasından kuvvetli gazeteci, yazar ve düşünürlerin çıkmasını beklemek doğru olmaz. Her insan bir parça ibnüzzamandır, öyle olmaya da mahkûmdur. Zamanın ilcaatı neyi gerektiriyorsa, netice de umumiyetle öyle oluyor.
Yine de dosya haberciliğinin bu kadar hızlı ölmesini, köşe yazılarının yerini haber-yorum şeklindeki sığ ve basit satırlara bırakmasını beklemezdim. Bu çoraklaşmanın dünya şartlarından çok, bizim şartlarımızla alâkalı bir tarafı var. Millî eğitim sistem ve müfredatı, vardığımız neticenin baş suçlusudur. Türkiye’de her ferdin aynı şekle tebdil edildiği, aynı kalıba sokulduğu bu basit istishal tezgâhı, belki giyotin gibi kellemizi almıyor ama şuurumuzu aldığına, ruhumuzu katlettiğine şübhe yok.
Basit bir heykeli bir savaş gemisinden, bakır eski bir çeşme musluğunu açmayı Keban Barajını inşa etmekten daha kıymetli gören, sahiden de öyle inan milyonlarca Türk neferinin varlığı, MEB’in dayatmaktan vaz geçmediği, belki geçemediği Kamalist sistem ve müfredatın netice ve eseridir.
Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Peyami Safa, Ahmet Kabaklı, Ergün Göze, Hekimoğlu İsmail ve Gürbüz Azak gibi dil ve kültürün temsilciliği yapan köşe yazarları neden azaldı sizce? Gazete köşeleri bir nevi haber yorum şeklini aldı sanki…
– Haklısınız. Az önce söylediklerimin tabiî neticesi bir hal. Kamal Atatürk icraatlarının bir zihniyet şekli alarak devlet cebriyle millete yedirilmesinin kaçınılmaz neticesidir bu. Bir tahrib sarasından çok, kasdî ve şuurlu bir yıkma ameliyesi olan onca hamlenin elîm bir neticesi olacaktı elbette. Diniyle, tarihiyle, örf ve an’anesiyle, mimârisi ve mûsikîsiyle bütün varlığını yıktığınız bir milletten daha fazlasını, mevcuddan daha iyisini bekleyemezsiniz. Buna da şükür. Bu gidişata dur denilmezse, yarınlarımız daha karanlık, daha yeis telkin edici olacaktır.
Gazete köşelerine de bu pencereden bakacak olursanız, her şey tam da olması gerektiği ve olması istendiği gibi: Sığ, sathî, değersiz ve kısa ömürlü. Zîra cemiyet bir bütündür, kimse sırça sarayında, bütün tesirlerden uzak ve âzâde yaşayamaz. İçinde yaşadığınız büyük atmosferin tesirlerine bütün pencerelerinizi kapatamazsınız, buna kimsenin gücü yetmez. Cemiyete rağmen farklı kalmanın, kalabilmenin tek istisnasıdır Bediüzzaman. Ama herkes Bediüzzaman değildir. O da bin yılda bir gelmiş.
Adıyamanlı oluşunuzun gerçekleri acı ve yaman şekilde ifade etmenizde tesiri var mı?
-Şübhesiz vardır. İnsan, hayata gözlerini açtığı coğrafyanın, iklimin, irfânın, örf ve adetlerin çocuğu olarak şekillenip büyür. Ömür boyu kalıcı olan bu çocukluk atmosferinin ikinci bir ruh gibi bizimle yaşaması, bir gölge sadakatiyle yanı başımızda yer alması tabiî âkıbettir.
Elektriğin, yolun olmadığı; radyo sesinin koca köyde sadece bir-iki evden işitildiği, karın iki-üç metre yağdığı, upuzun soğuk kışların hükümferma olduğu bir dağ köyü ile sarp bir coğrafyanın, asabî, sert insanların kırıp dökmekle hayatta kalmaya çalıştığı bir iklimin tesirlerini kimse reddedemez. İfâdelerim, belki de o sebeple bazen kayalar kadar sert, sokaklarda üryan dolaşan mâsum köylü çocukları gibi çıplak olabiliyor.
Bursa’nın etkisini de sanırım unutmamalıyız, değil mi?
-Doğrudur… Bursa bir bakıma yeni baştan şekillendiğim, değiştiğim şehirdir. İkinci kademe gençlik yıllarımın geçtiği bu kadim şehir, tarihî zenginliği ve muhteşem coğrafyası ile ruh ve gönlümde derin izler bırakmış, zihin dünyamın inşasında müessir olmuştur. Sevinçlerim gibi, hüzün ve hüsranlarımın da şehridir Bursa.
Araştırma inceleme yazılarından romana geçişiniz nasıl oldu?
-Aslında doğru olan, tersidir. Yazarlığa romanla başladım. Hüzün Çiçeği ilk romanım ve ilk kitabımdır. Fiilî gazetecilik yakın tarih araştırmalarına sevketti. Gazeteci kaldığım yıllarda her iki türü birlikte götürmeye çalıştım.
Gazeteci, memleket gerçekleri ile çok sık burun buruna gelen, iç içe yaşayan insandır. Büsbütün nebat kabiliyetlerinde değilse, cemiyet ve meselelerine bîgâne kalamaz. Benim gibi fıtratı müteheyyic olanlar ise cemiyete asla sırt çeviremezler; ben de çevirmedim, çeviremedim.
Roman için özellikle sağlam bir dil ve güçlü bir muhayyilenin hulasası diyebilir miyiz?
-Elbette, ancak en az onlar kadar hayatî olan üçüncü unsur bilgidir. Roman’ı behimî zevklerin vasıtası olmaktan çıkaracak olan şeydir bilgi, romancının bilgiye atfettiği hürmet romanı eğlendirmek inhisarından kurtarıp faydalı yapar.
Yine de dil ve güçlü muhayyile, romanın inşasında temel iki rolü oynar. Zayıf bir dil ve mahdud bir muhayyile ile roman yazılamaz.
Bir romanı vücuda getirirken nasıl bir süreç izliyorsunuz? Alan araştırması, malzeme temini, kahramanların karakter oluşumu, kurgusu birbirini nasıl izliyor?
-Roman bir ihtiyaçtan doğmalı, bir derdin devası olmalı. Binaenaleyh öncelik neyi, niçin yazmak istediğinizdedir. Sonra yazacaklarınız tamamen muhayyel değilse, gerçek bir coğrafyayı kullanmaya mecbursanız, o hususta ciddi bir çalışma yapmalısınız. Meselâ Elif Öğretmen bu cihetle bire bir gerçek bir coğrafyanın da hikâyesidir.
Akabinde hikâyenin zamanını bilmelisiniz. Meselâ 1878’de Nurs’da dünyaya gelen Bediüzzaman’ı anlatıyorsanız, o yılın Osmanlı’ya ecel terleri döktüren meş’um 93 Harbi yılı olduğunu atlar, yıkıcı ve boğucu atmosferine pencere açmazsanız olmaz.
Yine Bediüzzaman’ın Horhor Medresesi’ni inşa ettiği 1898-99 yılını anlatıyorsanız 1895-66’da Van’ı kasıp kavuran Ermeni İsyanlarını görmezlikten gelemezsiniz. Gelirseniz eseriniz eksik kalır…
Nihayet kahramanlar ve hayat hikâyeleri… Biyografik roman yazıyorsanız gerçek kahramanların hayatlarını bilmeli ve sâdık kalmalısınız; şahsiyet ve düşüncelerine, ifade edebilecek kadar hâkim olmalısınız.
Muhayyel yazıyorsanız, kahramanları da, hikâyelerini de tek tek şekillendirmeli, yaşayabilir bir şekle sokmalısınız. Teşbihte hata olmasın, bir bakıma tasavvurî bir yaratmaktır bu; olmayan insanları, olmayan şahsiyetleri, olmayan hikâyeleri tasavvurla sınırlı bir yaratma. Bu kelimeyi kullanmanın medar-ı tenkid olabileceğini bilmiyor değilim fakat kullanmakta olduğum dil gibi, ifâde kabiliyetim de daha iyisine imkân vermiyor. Varsın Molla Kâsımlara da malzeme vermiş olalım…
Üstad Bediüzzaman’ın hayatına dair “Kutup Yıldızı” romanını yazma nasıl bir ihtiyaç ve heyecanla ortaya çıktı?
-Üstad Bediüzzaman, herkesten çok, benim Kutub Yıldızı‘mdır. Yarım asırlık hayat mücadelemde karanlıklarımı onun aydınlık rehberliğinde aştım, karanlıklarımı dağıtan yıldız o oldu. Kanaat reddedilse de medar-ı muaheze ve ceza yapılmaz, yapılamaz. Üstad Bediüzzaman’a, Sahabe-i Kiramdan sonraki en büyük gözüyle bakıyorum, sarsılmaz kanaatimdir bu.
Kıyametin arefesinde, insanlığın geçmiş kavimlerin bütün günah ve inkârlarını çok daha ileri derecede ve toptan yaşadığı bir zamanda, tevaç ve rağbette olanın aksiyle milyonlara hükmeden, hayat yürüyüşlerini değiştiren, kalb ve ruhlarını şekillendiren, mânevî büyük bir inkılâbın bânisi olan başka bir isim, başka bir numune yoktur.
Külliyatı, bir tefsir Himalayası, aşılması neredeyse imkânsız Everest. Ne var ki, Kamal Atatürk ve şürekâsının kasdî dil tahribkârlığı ile başlayan dil hastalığı nihâyet günümüzde yerini dönüşü olmayan bir sekerâta bıraktı. Külliyatı günümüze taşıyan dil öldü, Harf İnkılabı ile def’i gerçekleşen Osmanlıcanın ölümü gibi değil, daha ızdırab veren tedrici bir ölüm. Def’i değil, asırlık bir hastalığın kaçınılmaz kıldığı rezilce bir ölüm bu.
Günümüzün üç-beş yüz uydurukça kelimeye tereddi eden diliyle yaşamaya mahkûm edilen genç nesillerin Risâle-i Nurların ummanlarında kulaç atmalarını bekleyemeyiz. İmkânsız değil ama çok güç. En azından bu ummanı aşması gerektiğine inandırılmış olması lâzım.
İşte Kutub Yıldızı, bu inancı meydana getirebilme ümid ve emelinin neticesidir. Genç nesilleri büyük bir kahraman, bir âlleme-i cihânla karşı karşıya getirmeye çalışıyorum. Onun destansı hayatını, parlak ve muhkem şahsiyetini genç nesillere sevdirerek Risâle-i Nurların rahle-i tedrisine çekmeye, vaz geçmemeye ikna etmeye çalışıyorum. Allah’ın izniyle buna muvaffak olduğumu da düşünüyorum.
Anadolu’nun muhtelif yerlerinden gelen okuyucu dönüşleri yanılmadığımı söylüyor.
Söz gücünün haricinde benzerlerinden farkı nedir?
-Kendi eserim hakkında medhe kaçmak istemem ama siz fakirin söz ve ifade kabiliyetini takdir edenlerdensiniz. Benzerlerinden ise iki cihetle farklılık arzeder: Birincisi, Bediüzzaman ve eserlerinin parlak hakikatlerinin kitaba kazandırdığı eşsiz imtiyaz. Diğeri, fakirin hak ve hakikatin ifâde ve sahiblenişinde Allah’ın lütfuyla korku ve endişe taşımaması, beşerî hiçbir hesabın içinde olmayışıdır.
Bu iki husus, kitabı, kıyaslanabileceği diğerlerin tamamından temyiz eder, kanaatindeyim.
Neden kutup yıldızı, kısmen ifade ettiniz ama?
-Uzunca bir fetret gecesini yaşamakta olup bir türlü de aşamayan İslâm dünyasının Kutub Yıldızı’dır Bediüzzaman. Bu hâkikatı, izah ve isbat ihtiyacında değilim; sadece haberdar etmeye çalışıyorum. Haberdar olanlar için Bediüzzaman’ın Kutub Yıldızı olduğu izah ve isbat gerektirmez.
Maneviyat dünyamızın yücelerinin hayatını romanlaştırmanın diğer romanlara göre hassasiyet gerektiren yönleri nelerdir?
-Öncelikle, gerçeğe sâdık olmalısınız. Onların mânevî şahsiyetlerine gölge düşürebilecek ihtimallere kapı aralamamalısınız. Naklettiğiniz hikâyede büyüğe söylettirdiğiniz söz, hiç değilse mânâ itibariyle anlattığınız büyük tarafından bir şekilde dile getirilmiş olmalı. Meselâ, Bediüzzaman’ın, sarfettiğiniz bir mânâyı orada söylediğinin isbatı yoksa bile başka bir yerde, başka bir zamanda söylediği müdellel olmalı.
Kısacası muhayyel bir romanın geniş imkânlarından mahrum, sıkı sıkıya yaşanmış ve hakikat olana sâdık yazmaya mecbursunuz. Bu da çoğu zaman biyografik romanları yavanlaştırıp okunmasını güçleştirir fakat Bediüzzaman’ın hareketli ve zengin hayatı bu yavanlığa müsaade etmiyor.
Tekraren sormak isterim, bu romanda muhayyilenin oranı nedir?
-Bir önceki sualin cevabı kısmen bu suale de cevab teşkil eder. Şu kadarını ilâve edebilirim: Kitabın maksadına bakan, Üstad’ın doğrudan mevzuubahis olduğu kısımlarda muhayyilenin rolü tasvirle sınırlı kalmıştır. Bu tasvirler de umumiyetle tabiat ve fiil tasvirlerinden ibarettir. Hayâl hiçbir şekilde hakikate gölge düşürmemiştir.
Roman kahramanlarının hepsi üstadın hayatında yer bulan kimseler mi yoksa sizin ekledikleriniz de var mı?
-Kitabda yer alan kahramanların yüzde doksanı yaşamış insanlar olup, yaşadıkları ile hikâyede yer almışlardır. Bu sebebledir ki, kitabı ansiklopedik bilgi ve vesikalarla tamamlayacağını düşündüğümüz www.kutubyildizi.com sitesini kurduk, tamamlamaya çalışıyoruz. Meselâ kitabda Halid-i Örekî ismi merakını mucib olan okur, siteye gittiğinde Örekî ile ilgili kısa bilgilere, varsa fotoğrafına ulaşacak; karşısında olan kişinin hayâlî bir roman kahramanı değil, yaşamış bir âlleme olduğunu görecektir. Yer ve mekânlar için de benzer şeyler söylenebilir.
Hayâlî kahramanların varlığı, figüranlık ihtiyacını karşılamaktan ibarettir; kendilerinin de, hikâyelerinin de esasa taalluk eden bir değeri yoktur.
Külliyat okuyanların, başka kitap okumaya mesafeli olduklarını varsayarsak romanın hedef kitlesi kim?
-Külliyatı okuyanların başka kitab okumaya mesafeli oldukları, ağır ve haksız bir hüküm olur. Nur Talebelerinin ekaliyyet bir kısmı için doğru olabilecek bu hüküm, ekseriyete teşmil edilemez. Üstad Hazretlerinin, iman ve itikad hususuyla mahdud olarak Nurların başka eserlere ihtiyaç bırakmadığını söylemiş olmasındaki kaydı yok sayıp, hükmü bütün saha ve kitablara teşmil etmek, ne yazık ki, çok küçük bir grubla sınırlı da olsa, yaşamaya devam ediyor.
Bununla birlikte farklı sebeblere müstenid olarak kitabın iki hedef kitlesi olduğunu söyleyebilirm:
Birinci kitle, Bediüzzaman ve Nurlar gibi, İslâmiyet’ten de bihaber, hatta zaman zaman düşman olabilen geniş gençler kitlesidir; zamane tabiriyle Z nesli de diyebilirsiniz. Bediüzzaman’ın hayatı üzerinden bu kitleye hitab etmek, Kur’an hakikatlerine sevketmek, İslâmiyet’e ısındırmak muradı, kitabın vücud bulmasının ana saikidir.
İkinci kitle, doğrudan Nur Telebeleridir. Zîra denebilir ki, Üstad Bediüzzaman’ın hayat hikâyesi, çok az istisna ile bir bütün olarak Nur Talebelerinin de zihninde yoktur. Oysa büyük zatların hayat hikâyeleri, mücadele tarihçeleri bilinmeden kendilerini bilmek, eserlerini anlamak mümkün değildir. Şahsiyet-i mânevîsini bilip görmediğiniz Bediüzzaman’ın eserlerini de bihakkın anlayamazsınız.
“Elif Öğretmen” romanı sosyal mecralarda aleyhinizde kullanılmaya çalışıldı. Bu romanda benzer bir tepki bekliyor musunuz?
-Elif Öğretmen’i dillerine dolayanların hiçbirisi kitaba dokunmuş, kapağını açmış değildi. Şu veya bu meselede kendilerine yaptığım tenkidlerin altında ezilince, yayıncının bir kitleyi gözeterek kapakta kullandığı ve günün şartlarına kıyasla hayli de mazbut sayılabilecek kadın figürünü dillerine doladılar ve sanki kitab pornografikmiş gibi, insaf ve vicdanı katleden bir taarruzun içinde olmakta beis görmediler. Herhalde âhirette ağır bir bedel ödeyeceklerdir.
Halbuki Elif Öğretmen, bir Nur Talebesinin olması gerektiği bütün hassasiyetleri ile kaleme alınmış, hiçbir zaman da ölmeyecek bir şaheserdir. Serbest roman olması hasebiyle, edebî zâviyeden Kutub Yıldızı’ndan çok daha iyi, çok daha parlak olduğunu söylemekte hiçbir beis görmem.
Kutub Yıldızı için Elif Öğretmen’e yapılan haksızlık kabilinden bir ihtimal ve imkân yoktur ama garez, kıskançlık veya dost maskesi altında düşmanlık bahs-i diğerdir.
Bu romanda biz Tarihçe-i Hayat ve hakkında yazılan diğer romanlardan farklı olarak ne bulacağız?
-Kronolojik bütünlük, başlı başına mühim bir fark olacak. Mevcut kaynaklar arasındaki ciddi birtakım sehiv ve tezadların telâfisine çalışılmış olması da ehemmiyetli bir farkdır. Bence en büyük farkı da üslûb ve ifade noktasından olacak. Zamanın bu hususu teyid edeceğini düşünüyorum
Seri romanının ilkiydi bu, diğerleri ne zaman okuyucuyla merhabalaşacak?
-Aslında bu kadar büyük bir işe teşebbüs etmiş olan birisinin ıssız bir şato veya bağ evinde hapsedilip zamanını israf etmemesi, başka işlerle uğraşmaması, zihnini hiçbir şeyle meşgul etmemesi temin edilmeli lâkin hayat böyle değil. Yaşamanın bütün güçlükleri ile cedelleşirken bu hacimli eseri tamamlamaya çalışacağım; takriben iki bin beş yüz sayfalık bir eser. İlk cildi yazmak üç yılımı aldı. Çok verimli olabilsem, her cild için iki yıl kulağa hoş geliyor. Buna göre bile sekiz yıla daha ihtiyacım var. Tabiî Hazret-i Azrail’e, kabz-ı ruh için daha erken bir talimat verilmemişse!
Son olarak genel Türk romancılığına neler kattığını düşünüyorsunuz?
-Türk romanının, Türkçeye paralel olarak can çekiştiği, ehlince malumdur. Kutub Yıldızı bu gidişatı yalnız başına durdurmaya yetmeyebilir fakat kuvvetli bir hizmetinin olacağını düşünüyorum. Bir gün Ankara dile ve milletin irfanına düşmanlıktan vaz geçip bir şeyleri düzeltmeye çalışacak olursa, Kutub Yıldızı ve Elif Öğretmen gibi eserlerin varlığından istifâde edebilir. O günler gelir mi, görmek bize nasib olur mu? Bilmiyorum…
07.05.2025