MUTLU EDEN MAĞLUBİYETLERİN İNSANIYIZ BİZ

UĞUR CANBOLAT

KAHRI yüklenmişti.

Tüm kâinatın ağrısını, sızısını, kederini, hüznünü, ezilmişliklerini, horlanmışlıklarını, diplerde kalmışlıklarını yüklenirdi.

Çile insanıydı kısacası.

İncinenin incinmesinden daha fazla incinirdi de ne inciten, ne de incinenin haberi olmazdı.

Onların travma yükünü de omuzlardı.

O, âdeta kahırlar kahramanıydı.

Acıların derin denizlerinde yaşardı.

Karanlıkların ışık geçirmez dehlizlerinde hayat sürerdi.

ANLATMANIZA, uzun uzadıya izah edip dökülmenize hiç gerek kalmazdı.

Saç telinizin ucundan anlardı.

Göz renginizin solukluğundan yakalardı.

Titreşen sesinizin tınısından alırdı mesajı.

Duvara yaslanış şeklinizden, tabureye oturma biçiminizden, ellerinizi nereye nasıl koymaya çalışmanızdan, tereddütlerinizden hatta bir simidi tutuşunuzdan bile meseleyi kavrar tümünü sizden en küçük bir tahsilat yapmadan kendi hanesine yazardı.

FARK etmem uzun sürdü.

Ardından teyit etmek için izleme, gözleme devresine girdim.

Yanılmamıştım.

Siz normalinize dönmüş, dizinize dermanı, gözünüze feri yeniden çağırmış, saçınızı rüzgârın serinleten esintisine uzatmış olsanız bile o aldığı yükü kutsal bir emanet gibi incitmeden taşımaya devam ederdi.

Acıların gönüllü neferi olmayı seçmişti.

Araştırma ve gözlem yapma süresini sona erdirdiğim vakit kendisine sormuştum.

“Kurbanım neden böyle yapıyorsun?”

İlk kez kendisini kontrollü olsa bile bir tebessüm halinde görmüştüm.

Dizginleri elinden bırakmıyor hatta sıkı sıkı tutuyordu.

“Ben kahır toplayıcısıyım” demişti.

Bir insanın bunu nasıl gönüllü yapabildiğini idrak edemiyor akıllı bir izah getiremiyordum.

Bocaladığımı hemen fark etti. Daha fazla kıvranmama fırsat vermek istemediğinden devam etti.

“Sen kağıt toplayıcılarını görüyorsun değil mi, herkes uykunun en tatlı deminde gaflete yenik düştüğü zamanlarda iki eliyle tüm gücünü vererek çektiği çek çek ile sokak sokak en küçük bir yılgınlık izhar etmeden işini yaparlar.”

Düşündüm, gerçekten de öyleydi. Ne vakit rast gelsem tüm gıpta ve takdir hislerimle izlerdim onları. “Sabahın bu erken saatinde neden işe gidiyorum ki” gibi mızmızlanmalarım aniden son bulur, içimden onlara dua ederdim. “Helalinden yaşamak budur” diye düşünürdüm.

“Evet, öyle. Onları çok takdir ederim” dedim.

HAYATIMIZA dikkatle baktığımız zaman sönük gibi duran ama nice farklı ve esasen renkli kişilikleri görürüz. Şükür vesileleri buluruz.

Beyazlaşmış saçının uzunluğu sakallarıyla eşitlenmiş ve adını unutturmuş kenarda yaşayan bu adam değme profesörlerden daha bilgece tahliller yapıyor, acının dilimleri arasında ustaca gezdiriyordu anlatımlarıyla.

“Bizim neslin benim gibi bazı figürleri yenilginin acısını çoğaltarak yaşarlar evlat, şaşmamak gerek. Öyle gördük, öyle belledik” dedi.

Üzerinde kafa yorulacak bir cümle olarak göründü bana bu.

Ötesinden berisinden didikledim.

O söyledi ben dinledim.

ZAFERLER mutlu etmez, sevindirmezmiş onları.

Yüzleri acılara, yenilgilere dönük olurmuş.

Saadetli zamanların tadına varmazlar, abartarak coşkulu hallere meyletmezlermiş.

Galibiyetin sevinçleri uğramazmış semtlerine.

Utanırlarmış.

Ar ederlermiş bundan.

Sohbetin sonunda “Bizler mutlu eden mağlubiyetlerin insanlarıyız” dedi.

Farklı bir gün olmuştu benim için.

Yenilgileri zafer sayma gafleti değildi bu.

Mağlup oldukça kazandık arsızlığına prim vermek anlamına gelmiyordu hiç.

Başka bir şeydi. Çok daha başka bir şey.

Anlatması benden, çözümlemesi sizden olsun efendim.

Ya Selâm!

22.06.2023

https://www.istiklal.com.tr/kose-yazisi/mutlu-eden-maglubiyetlerin-insaniyiz-biz/769373

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir