Pınarın Başından Selamlar

UĞUR CANBOLAT

UNUNU elemiş ve eleğini duvara asmıştı.

Yani kendi lisanıyla dünyayı boşamıştı. Artık ona tek bir metelik bile verme yanlısı değildi.

Kendini muhabbete adamıştı.

Dinleme mecali ve öğrenme azmi olanlara sözünü cimrilik edip geride tutmuyor cömertçe ikram ediyordu. Bu olgunluğa henüz erişmemiş olanların yanında suskunluğu tercih ediyor ve saygısızlık yapmadan onları dinliyordu. Kısacası olması gereken yerde tüm varlığıyla oluyor, durması lazım gelen yerde duruyor, söylenmesi icap eden yerde konuşuyor, sözün israf olacağı ve namusunun korunamayacağı meclislerde ise susuyordu.

PINARBAŞI insanıydı.

Pınarbaşı insan seçer miydi, hayır, seçmezdi.

Oraya acıkan gider, bağdaş kurup oturur ve çıkınını açıp Allah ne verdiyse onunla karnını doyururdu.

Susayan varıp çeşmenin oluklarına abanır hararetini dindirmek için kana kana içerdi.

Yorgun düşen pınarın başındaki ulu ağacın gölgesine çekilir, kasketini gözlerinin üzerine indirir, bir güzel dinlenirdi. Binekleri yorulanlarsa yine iplerini bu ağaca dolar, istirahat ederlerdi.

PINARBAŞI insanı da aynen böyleydi, adam seçmezdi.

Şunlar gelsin, onlar gelmesin gibi bir akreditasyon uygulamazdı.

Kimin ihtiyacı neyse onu onlara sunardı. Kimse kendisinden incinmezdi. Hatır sayar, gönül yapardı.

VEFALI olanları severdi elbette ama vefaya semti uğramayanlara gönül koymazdı.

Herkesi kendi makamına yani idrak seviyesine göre değerlendirirdi.

Neticede insanlar kendi şuur durumlarına göre dünyayı görüp değerlendirirlerdi.

İlmi miktarınca değerlendirir, irfanına münasip düşecek şekilde hayatı algılardı.

Kimi anlam katarken kimi de ondan mânâ koparırdı, eksiltirdi.

Pınarbaşı insanı ise yine de hepsine kendi zaviyesinden, anlayış mertebesinden muhatap olur ve gelenlere de ayrılıp gidenlere de elini kalbinin üstüne koyarak şöyle derdi:

“Pınarın başından selamlar…”

PINARBAŞI insanı Cemal Süreya’nın

“Ne kalem yazabildi halimizi,

Ne de cümleler anladı bizi.

Ünlem şaşkın, virgül eğri…

Bir noktaya gizledik dertlerimizi” demesi gibi herkesin derdini dinleyip anlardı ancak kendinden yük olacak bir sır verip borçlandırmıyordu.

“Pınarın başından selamlar” cümlesine gizlemişti nesi varsa her şeyini.

Bilen zaten biliyor, anlayan anlıyordu. Ötesine ise hiç hacet yoktu.

HİSTEN köprüler kuruyordu Pınarbaşı insanı…

Kalplere aşina oluyordu.

Gözlerin tanımadığını, tanıyamadığını veya tanımak istemediklerini tanırdı derinden derine.

Tıpkı Pınarbaşı gibi.

Başından bulansa da pınar yine başından durulurdu. Burma burma olsa da bu değişmezdi.

İnip ovayı dolansa da başında çok haller bulunsa da dağların duman, çayırın çimen, gökyüzünün mavi, suyun serin, denizin engin ve insanın karmaşık olduğunu hatırından çıkarmazdı.

Yaz görmemiş kışa, dert çekmemiş başa, hazan görmüş güze benzese de kendini değiştirmez, asaletinden ödün vermez yine karagözleriyle ışıl ışıl aydınlatıcı bakardı dünyaya.

Hâli yaman olanın herkesi yaman anlayacağına inanırdı.

Nüfuz ederdi içlerine. Sarardı onları sevgisiyle, merhametiyle, sarmalardı sıcacık.

Kederin derin derelerinden çıkarmaya çalışır huzurun serin iklimlerine taşırdı insanları.

MESAFELERİ yakın ederdi Pınarbaşı gibi…

Uzatmaz, kısaltırdı. Bu haliyle utandırırdı mesafeleri.

Kim ona ne kadar ırak olursa olsun o herkese herkesten yakındı.

Ve hep aynı yerde sabit kadem sahih bir duruşla durduğundan her daim dingin olurdu.

YOLLAR yorulurdu ama Pınarbaşı misali o yorulmazdı.

Dinlediği tüm dertlere, dindirdiği nice acılara rağmen yine dinçti. Kalbi gibi güzü de güleçti.

Selamını eksik etmemesi ve icap ettiğinde en eski türküleri yakılış hissiyatından koparmadan en yeni duygularla bezeyip besleyerek havalandırması da zaten bu şekilde mümkün olabiliyordu.

Ne diyelim; pınarın başından gürül gürül, taze ve sımsıcak selamlar.

18.10.2024

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir