YORUMU MUTLAKLAŞTIRMA ÇIKMAZI

UĞUR CANBOLAT

YILLAR önceydi.

Bir mesele tartışılıyordu. Herkes fikrini beyan etti.

Sıra bana geldiğinde söylenenleri hiç duymamış gibi kendi düşüncemi hakikatin kendisi gibi tartışılamaz bir eda ile beyan etmiştim.

Kınanmadım.

Anlayışla karşılandım.

Görüşüm üzerine farklı mülahazalar geldi ama ben onlar kadar geniş davranıp bunları kabul eder bir tavra giremedim.

Zira benim ortaya koyduğum yorumun asla tartışılabileceğini kabul etmiyordum.

Kesin gerçek buydu.

O kadar emindim.

NEDEN direndiğim soruldu, cevapladım.

Önem verdiğim ve özel bulduğum bir büyüğün sözü idi aktardığım.

Bana ait değildi.

Nasıl tartışılabilir, karşısına nasıl başka bir görüş çıkartılabilirdi ki?

Bunu kabul edemezdim.

Etmedim de.

SÖYLENEN şu oldu: “Sen beğendiğin bir yorumu mutlaklaştırıyorsun!”

Dellendim tabi.

İtiraz ettim.

Daha fazla beni hırpalamadan bıraktılar.

İçime dert olmuştu.

Meselenin peşine düştüm.

BİR illet idi yakalandığım.

Beni ahtapot gibi sarmıştı.

Sarsıntım uzun sürdü.

İçimi acıtma pahasına konuyu masaya yatırdım ve araştırmaya başladım.

ÇIKMAZDAYMIŞIM gerçekten.

Benim başkasına ait ileri sürdüğüm görüş taban tabana Kur’an’a zıt idi.

Fahr-i Kâinat Efendimizin uygulamalarıyla uzaktan yakından hiçbir bağlantısı bulunmuyordu.

Ama bize anlatılırken böyle sunulmamıştı.

Bir Kur’an gerçeği ve Hz. Peygamberin bir uygulaması şeklinde takdim edilmişti.

Ve ben gerçekten bunlara tamamıyla zıt olan bir görüşü sahibine muhabbet duymam sebebiyle mutlaklaştırmış kesin bir inanç hâline getirmiştim.

Ve yıllarca bu konuya inanmış orada burada dillendirmiştim.

Mevzuyu irdeledikçe ruhumun uçurumlardan acımasızca atılıyormuş gibi hissediyordum.

ÇOKÇA düşündüm üzerinde sonradan.

Fikir sığlığı idi benim gösterdiğim tavır.

Özeleştiriye tamamen kendini kapatma hâli…

Tefekkürden uzak bırakılmanın bende meydana getirdiği davranış biçimiydi.

Nasıl da güvenliydim.

Nasıl da hoyrat…

Ve ne cüretkâr bir aşağılayıcı göze sahip olmuştum.

Herkesi cahil görüyor yüzeysellikle suçluyordum içimden.

Oysa cahil olan bendim.

Esnek olmayan, başka bir görüşe kendini sıkı sıkıya kapatan…

AKIL yürütme yetisi kaybedildiğinde içine düşülen acınası bir durumun tam göbeğine yuvarlanmıştım.

Acıdım kendime.

Ve utandım.

Çok utandım.

Utanmalıydım da…

KANITA dayanmayan başka veri arama ihtiyacının hissedilmediği bir durumdu yorumu mutlaklaştırmak.

Savunduğum bir yorumdu.

Tevil idi.

Hakikatin kendisi değildi ama ben onu tartışılamaz bir gerçek olarak kabul etmiştim.

Hâdiseyi anlayabilmek için birçok unsur varken sadece birine odaklanmış ona demirden halatlarla bağlamıştım kendimi.

Bu bir sığlık idi, evet.

Düşünce darlığıydı.

Aklını düşünme zahmetine girmeden birine emanet etmekti.

HATIRLATMADAN geçemeyeceğim şey aklımı kiraladıklarım bu durumdan memnundu.

Övgüler alıyordum.

“Sadakat ehli” olarak sunuluyordum diğerlerine.

“Verilen bilgi ile yetinmenin büyük bir erdem olduğu” mütemadiyen vurgulanıyordu.

Onlar sırrı çözmüştü.

Bize düşen buna sahip çıkmak ve yaşatmaktı.

ÇARPITMAYI hakikat zannetme zavallılığı da diyebilirsiniz siz buna.

Gücenmem.

Zira tam buydu yaşanan.

TAHRİF edilen gerçekler bize yeni bir yorum, taze bir bilgi olarak aktarılıyordu.

Ve bu herkese nasip değildi.

Bizim gibi “Nuh’un gemisine” binmiş, lütfa uğramış seçilmişlere mahsustu.

ŞİMDİ anlıyordum ki, Kur’an’a ve Onu getiren Nebi’ye uymak yerine onları kendi anlayışlarına uydurma, kesip biçme eylemi imiş.

SORU sorulamazdı.

Bu tehlikeli bir eylemdi ve açık denizde cankurtaran olmadan yüzmekti.

Oysa düşünmek soru sormakla mümkündü.

Kendine en çok soru soran ve bunun cevabını arayanlar vahye mazhar olan Peygamberler idi.

Düzeni sorgulamışlardı.

Hayatı sorgulamışlardı.

Cevapların peşine düşmüşlerdi.

Ve belki de bu sebeple yalnızlaştırılmışlar türlü hakaretlere ve işkencelere muhatap olmuşlardı.

Ne ki; Allah soru sormamızı istiyordu.

Yüce kitabımız soru soruyordu bizlere.

Ve sormamızı istiyordu.

Zira doğru sorular zihnî mahkûmiyetin kapısını kırıcı bir görev üstleniyordu.

AKTİF bir imana sahip olmak sorulardan uzak nasıl gerçekleşebilirdi ki?

Sorgulamayan bir aklın iman havzasına yaklaşması nasıl mümkün olabilirdi ki?

Soruların çekildiği yerlerde “Mutlak itaat” ortaya çıkıyor.

Gerçeğe değil.

Hakikate değil.

Yoruma itaat ve onu mutlaklaştırmaya yönelik eğilim güçleniyor ve zamanla asla tartışılamaz bir noktaya erişiyor.

İşte o zaman beğenip dinlediğimiz, değer verip yücelttiğimiz kişiler gözümüzde büyüdükçe büyüyor.

İşin aslı nedir, peki?

Tartışılamayacak olan vahiydir.

Kur’an’dır.

Şanlı Peygamberimizin ona dayalı örnekliğidir.

Onun dışındakiler yorumdur, tevildir.

Ve her zaman tartışılabilir.

Kaldı ki, o yorumlara muhalif başka nice yorumlar da vardır.

Yine bunların susturulamaz savunucuları mevcuttur.

Kavga biraz da buradan çıkmıyor mu?

Ve bizler işte bu yorumların mutlaklaştırılması sebebiyle bir bütünün parçaları olamıyoruz.

Demem o ki; sorular soralım.

Sorgulayalım.

Düşünelim.

Kurtuluşumuz soru soran aklın eyleminden sonra mutmain olmuş bir kalbe sahip olmaktan geçiyor.

Ne dersiniz?

Ya Selam!

17.02.2021

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir