UĞUR CANBOLAT
İLK defa Sakarya Eğitim Vakfı’nın Adapazarı’nda düzenlediği bir konferansta kürsüde konuşurken görmüştüm. Zaten Zafer Dergisinde yazılarını hayranlıkla okuduğum bir ilim adamının halka karşı gönül gündemini aktarırken duyduğu muhteşem bir kalbî heyecanın neticesinde nasıl “Şehinşah” olduğunu görmek bir yandan yüreğimi kanatlandırıp havalandırırken diğer taraftan da kendim için nasıl ulaşılamaz, kavuşulamaz, muhatap olunamaz ve soru sorulamaz olduğunu da içten içe hissederek derin ümitsizlik derelerine yuvarlıyordu.
Bu benim yanık bir fiili duam hükmüne geçmişti.
Nurbaki Hoca Ankara’dan İstanbul’a taşındı. Derginin İstanbul Şubesi çalışanı olarak kendisinden yazılarını almak için evine gitme görevi bana verildi. Daha sonraki yıllarda çalışma mekânım haline gelecek olan Feneryolu semtine ilk kez bu vesileyle gitmiştim. Bulmak kolay olmadı ama neticede buldum ve kapının ziline bastım. Kapıyı kendisi açtı ve yeni sayı için kaleme aldığı başyazıyı verdi.
İlk rûberu yakın temas bu şekilde gerçekleşmişti.
…
SIRADAN bir karşılaşma değildi elbette.
Hayatımın dönüşümünün ilk rüzgârı ile temas etmiştim. Saçlarımı değil kalbimi dalgalandırmıştı bu rüzgâr. Gönlümün yanık duasının kabulünün ilk işaret fişeği çakılmış ve dönüşüm işlemi başlamıştı.
Ve bu kendini bulma eylemi yedi yıl devam etti. İçten içe, derinden derine…
Sükûnetle… Acelesiz. Adım adım…
…
İMAN âbidesiydi.
İlmin izzeti ve kalbin heybetiyle karar kılmış bir metin olma hâli vardı üzerinde.
İyi huyu gözlerinden pırıltılar şeklinde kendisini dışarıya bırakırken Muhammedî karakteri güzel ahlakla bütünleşmiş bir biçimde tecessüm ediyordu âdeta.
Nuru bâki kılmak böyle bir şeydi demek ki.
İman nöbeti tutarak şer ve şeytanın hileli hokkabazlarından gençliğin imanını muhafaza edip vahyin istediği şekilde şirkten azade bir tarzda kökleştirerek hayatın öte yakasına taşıyıp Rabbine ve Efendimize salimen taşımasını sağlamak için elbette bunlar gerek şartlardı ve onda tam bir sarsılmaz sütun misali vakarla duruyordu.
…
ANADOLU’YU iman ile mayalayanlardandı.
Görünen hekimlik beyaz elbisesinin dışında görünmeyen bir başka mânâ hekimliği kaftanını giyinmişti. Her an Allah ile “Çevrimiçi” idi. Rabbimize ve onun ilmi ile kudretine bağlamadığı hiçbir husus yoktu. Tam bir muvahhid ahlakıyla hayata ve hâdiselere bakıyordu. Kur’an-ı Kerim ile sadakat ilişkisi kurmuştu. Onu getiren Fahr-i Kâinat Efendimize ise aşkla bağlıydı ve her şeyi O’nun mübarek ve muhteşem örnekliği ile açıklamasıyla sonuçlanıyordu.
…
HER şey ona O’nu hatırlatıyordu.
Bu, Nurbaki Hocanın ehl-i zikir olduğunun en bariz deliliydi. Zikir; her an, her meseleye zihninde Kur’an ve onun uygulamalı taşıyıcısı olan Şanlı Nebimizin pratikleriyle çözüm bulmak demekse Nurbaki’nin yaptığı tam da buydu. Çevresindeki insanların isimleriyle bile devr-i saadet ile hemen irtibat kuruyor ve oradan bir misali anında günümüze taşıyarak gönüllerimizi o yücelerle tanıştırıyordu.
İyi huy, iyi huylu olandan öğrenilir.
Karakter, evrenlerin en muhteşem karakterini bir ihsan-ı ilahi olarak gösterenden tâlim edilir.
Ahlak, onu tamamlamak için insanlığa lütfedilen en büyük nimetten bellenir.
Dürüstlük, doğru söyleyiş, ilimde gayret, cesaret, sadakat, paylaşım, ortak yaşam ve her türlü yalana ırak duruş ve hakeza… Hepsinin başmuallimi Fahr-i Cihan Efendimizdir.
Her şey Nurbaki Hocaya O’nu hatırlatıyor ve o da daima Efendimizi bize hatırlatıyordu.
…
MÜ’MİNE şefkatli, varlıklara karşı merhametliydi.
Muhabbet elçisiydi. Sevgi enerjisinin yayıcısıydı. Nazikti. Yardımseverdi. İnfak emrinin mümessiliydi.
İnsanlarla güçlü ve etkileyici bir iletişimi vardı. Bağları kuvvetliydi. Samimiyet başarılarının sırrıydı.
Güven ehliydi. Sırdaştı. Üzerinde görünmeyen pozitif bir enerji dalgası bulunurdu. Derin düşünen, tefekkürü önceleyen bir yapıya mâlikti. İç gözlemi güçlüydü. Zaman zaman kendisinin ve bizlerin gönlünü dinler sezgilerini paylaşırdı. Enerjik ve atılgan oluşu insanlara hizmet etmesindeki sınır tanımayışını getiriyordu. Yeniliklere ve bilime açık oluşu insanların birçok meseleyi ilk elden ondan duymasını temin ediyordu. Estetik değerlere ehemmiyet verirdi. Giyimdeki zarafeti ve beşerî münasebetlerdeki kibarlığı bunun ispatıydı. Empati gücü yüksekti. Beyninin cevvaliyetine eş olan kalbinin şevki ise onun duygusal zekasının nişanıydı. Tüm eser ve konuşmaları zaten bunun en açık bir tezahürü hükmündeydi.
…
ŞERRE karşı şeditti. Şiddetliydi. Cesaretini imanla perçinleyen bir korkusuzluğu vardı ve tersini zaten iman zafiyeti sayardı. Yüce kitabımıza, Fahr-i Kâinat Efendimize ve Ehl-i Beyte karşı yapılan en minik bir saygısızlığı asla hoş görüp affetmezdi. Celal perdesine geçerdi. En yüksek sesle kamuoyu önünde gereken cevabı korkusuzca verir haklarından gelirdi.
Kısacası, Haluk Nurbaki denge ehliydi. Yerli yerindelik sırrına haizdi. Nerede nasıl olunması gerekiyorsa bunu imanın bir emri olarak alır ve lazım geleni tereddütsüz ifa ederdi.
O, kalbi Efendimize meftun bir âşık, şerre amansız kılıç vuran bir alperendi.
…
YİRMİ SEKİNCİ sene-i devriyesindeyiz.
Biz onu çok özledik.
Hasretimiz kalbimizden taşıyor ve bugün huzurunda minnettarlıkla niyazdayız.
Nurun bâki olsun hocam. Rabbim sırrını âli kılsın ve gönlümüze inşiraha vesile olsun.
Ya Selam!