Epeycedir aklımdaydı ama nasip şimdiyeymiş. İmgelerin Kraliçesi olarak bilinen eğitmen, yazar ve şair Mehtap Altan ile konuşarak şiirleri ve hikâyelerinin aralarında gezinip saklı kalmış örtük çığlıkları açığa çıkartmak istedik.
İyi bir söyleşi oldu.
Siz İstiklal Gazetesi okuyucularına takdim ederim.
UĞUR CANBOLAT
___
Siz Kayseri’de doğdunuz. Peki ilk şiir ve ilk hikâyeniz nerede doğdu?
-İlk şiirim doğduğum ve büyüdüğüm yer Kayseri’de doğdu. Suskunluğumun bağrında açan çiçekti şiir. Bir duygu kırıklığının yarattığı ateşi söndürmek için bahşedilen yağmur bulutu idi o vakitlerde şiir. Nereden bilebilirdim ki ömrüme bahşedilen bir koruma/korunma/dokunma zırhı olduğunu şiirin? 1992 Aralık Ayı şiirimin ve benim birbirimizi kucaklayıp hakikati öğrenmek için öğrenci olduğumuzun miadı idi…
Geçmeyen ağıtlar geçmeyen ağrılarla mı bağlantılı?
-Evet, geçmeyen ağıtlar geçmeyen ağrılarla bire bir bağlantılı. Sancısı olmayanın ağıtı olmaz ki? Şiirim, ağıtımın türküsü aslında. Ağrım olmasaydı şiirim de olmazdı. Bu garip bir durum…
Yazara yazdıran biraz da geçmeyen ağrıları mı o zaman?
-Evet. Dediğim gibi geçmeyen ağrılardır kalemi konuşturan. Diyeceksiniz ki ağıt ağıt nereye kadar!? Ağrı da ağıt da bu dünyadaki misafirliğimizi bize hatırlatan elçilerdir. Elçilerin gönlünü hoş tutmak da hakikate selâm vermenin edebî şeklidir diye düşünüyorum.
Ağıtın rengi neden beyazdır?
-Buruk bir tebessüm var şu an çehremde. 1995 yılında çıkan ilk şiir kitabımız ‘Beyaz Ağıt’a nazire idi sanki sorunuz. Evet, ağıtın rengi beyazdır ölüm karanlık gözükse de! Zira ağıt evrenseldir ve tektir. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna dek bütün insanlar gözyaşı dökerken sesli ya da sessiz mutlaka ağıt yakarlar ve o yakılan ağıt “bâkir”dir. Hesaplanarak ya da birilerine sunulma kaygısı olduğu için evrime uğramak gibi bir kaygısı yoktur ağıtın. Ağrısının yâreni olan ağıtı yakarken insan, dünyaya gözlerini ilk açtığındaki ağıtı gibi ağlar. Masum ve mazlumdur insan ağıt yakarken!..
Günümüzde her gün haberlerde seyrettiğimiz ama çok bir şey yapamadığımız Filistin, Gazze ve İsrail’in soykırımcı hunhar saldırıları için bir şair olarak kalbinizde yankılanan nasıl bir çığlık var?
-‘gareziniz bana mıydı’ dedi çocuk?
‘hiç’ dedi cenazesi kaldırılmamış insanlık, h i ç !..
“Vehn Kuyusu” başlıklı şiirimizde böyle bir girizgâhımız vardı. Savaşın mağdurlarını ekranlardan, sosyal medyadan ve gazetelerden görmek ve öylece izlemek, insan yanımıza da atılan bir bomba etkisini gösteriyor. Dünyadaki hainliğe karşı durmamak/duramamak yoruyor, mahcup ediyor, çaresiz bırakıyor; tebessüm ederken bile suçlu hissettiriyor. “Oturduğumuz yerden bir şey yapamıyoruz” kısır döngüsü de zaten bir işe yaramıyor, yaramaz da! Bu duyarlılık, elbette yemeden içmeden kesmiyor insanı, zira hayat hep akıyor ve akarken ona tutunmanın yolu sağlıklı olmaktan geçiyor! Yani bir şeye üzülmek, hayattan kopmak olmamalı. Aksine bizi üzen/yoran/acı veren şeylere karşı, güçlü bir duruş sergilemek için önce sağlıklı olmak, sonra ürettiğiniz her ne ise mesajı zırhında koruyup, gür sesler çıkartmaktan geçmeli. Biz de bu bağlamda elimizden geldiğince kalemimizin gücü yettiğince yazmaya devam edeceğiz unutturmamak için. Yaşatılan bu insanlık/savaş suçunun edebiyatını yapmalı mıyız?! Peki bu duygunun yaşattığı utancın hesabını gelecekteki emanetçilere en azından bildirebilmek için şiirin beşiğinde sallamalı mıyız bu acıları!?. Bunun cevabı net ve tektir…
Kendinizi en çok nasıl tanımlarsınız yani önce şair misiniz, hikâyeci mi?
-Bebeğin ilk doğduğunda adı konur. Sonrası göbek adıdır. Biz şiirle doğduk hikâye ile de edebî duruşumuzun omurgasını oluşturduk. Şimdiye dek 13 kitabım çıktı. Aradaki derleme kitaplarımı saymıyorum. Ve tüm kitaplarımın ilk ortak noktası şiirsel olmaları. Röportaj kitabımda da deneme kitabımda da hikâye kitaplarımda da ve gezi gözlem kitaplarımda da ortak nokta şiirsel dildir. Üstatlarımıza/ustalarımıza saygıdan orada burada her yerde “şairim” çığlığı atmasak da şiirin avlusunda harman ettik yaralarımızı/ağıtımızı/umudumuzu/inancımızı” Vesselâm…
Ruhun yokuşlarında emzirilen kelimelerle yazıyorsunuz. Bu daha mı etkili?
-Aslında yazarken etkili olması için özel bir çaba tabi ki sarf etmiyorum. Yani kelime ve cümlelerim mutlaka yokuşlar için doğmalı gibi bir ritüelim yok. Ama siz de bilirsiniz hüzün ya da ağrı gönlü mürekkebe bulaşmışların bereket durağıdır! O duraklarda çıkar en şeddeli cümleler ve kelimeler.
Modern çağın en önemli üç problemi nedir sizce?
-Güzel bir noktaya değindiniz. Özden, maneviyattan ve empatiden uzak yetiştirilen çocukların dönemindeyiz. Bu durum onların hatası mı? Elbette hayır! Yazık ki orta yolu bulamayan bir toplumuz çoğu kez. Bizim kuşakta genç kızlar evlendirilirken kulağına “Bu eve kefeninle gelebilirsin!” denilirdi baba ocağı için. Bu dönemlerde ise “Aman kocana ezdirme kendini!” cümlesi ile gelin ediliyorlar. Her ikisinde de uç nokta yazık ki kötü sonuçlar doğurdu. Birinde kimliğini ve umudunu kaybeden çaresiz kadınlar diğerinde erkeği ile yarışarak erkekleşen kadınlar! Devamı rol kargaşası!.. Bu cümlelerim elbette genel için değil. Şükür ki iyi örneklerimizde var. Oysaki kız ve erkek çocuklarımızı cinsiyet üstünlüğü ile yarıştıracağımıza insanlık değerleri üzerinden yetiştirmeye çalışsak. Kadın ve erkek eşit haklara sahip olmalılar. Ama kadını ve erkeği farklı şekilde yaratan o yüce varlığın her iki cinse de farklı üstünlükler verdiğini algılayıp öğretebilsek çocuklarımıza! Ruhu ve kalbi öz ve manevi değerlerle zenginleşen çocuk zaten geleceği mutlu/umutlu/hakiki adımlar atarak inşa edecektir en sağlıklısından.
Duyguları kamçılayan bir üslubunuzun olduğundan bahsediliyor. Bu ne demektir?
-Aslında bu sorunun muhatabı dost okurlarım ya da eserlerimi okuyup fikir beyan edenlerdir. Ama kendi adıma söylemem gerekirse pik noktasında yaşıyorum hüznü ve dolayısıyla imgelerimi de o noktada doğuruyorum. Sonuç kamçılanan duygular olsa gerek…
Yazar yazdıklarını ifşa mı eder yoksa imgelerin kendisine verdiği imkânla saklar mı?
-Bu yerine göre değişir düşüncesindeyim. Şiir ve hikâye makale/deneme tarzındaki çalışmalar daha çok şeffaf net ve duru bir duruşu kaldırırken şiir ve hikâye sanatın avlusunda imgelerle şah-ı nâr olup yâr olur okurun öksüz eteklerine. Her okurun öksüz bir yanı vardır ki sığınmıştır okumak şefkatinin kıyılarına. Yazarken imgenin verdiği imkânca, elbette saklamayı ve o örtüyü ancak hak eden okurların açmasını tercih ederim. Zira zamanında kalemimin kırılmaması için sığındığım imgelere sadakatim edebî duruşumun da mührü oldu. Dolayısıyla illâ da saklı anlatım değil buradaki amacım. Zaten bir üsluba dönüşen bu durum artık seçici bir okuru da oluşturuyor çevrenizde.
Size neden imgelerin kraliçesi deniliyor?
-Yıllar öncesinde ilk çıkan hikâye kitabımın “İmgenâr Sokağı”nın editörü Sevgili Fahri Tuna’nın şahsıma yakıştırdığı bir lakaptı diyelim, öyle de kaldı. İlk etapta, “Olmaz o kadar da değil!” deyip mahcup yanımla karşı çıksam da kitabımın ön sözünde bahsetmişti ve öyle de kaldı. Bazı başarıların bedeli ağırdır! Kariyerimin bu aşamasına gelebilmek için ellerimden ilk tutan vefa imge/m idi. Sanırım yazıda örtünen yanım bana bu lakabı yakıştırmalarına yardımcı oldu. Son nefesimi verene dek de yazmak istiyorum ve imgelerim hep ellerimden tutacak biliyorum…
“Tuz” adını taşıyan kitabınızla ülkemizde önemli bir yere sahip olan “Tuz ekmek hakkı” arasında bir bağ kurabilir miyiz?
-Bildiğim kadarı ile bir kimsenin, diğer bir kimseyi yedirip içirmesiyle onun üzerinde doğan hakkı anlamına geliyor tuz ekmek hakkı… Bu deyim ile hiçbir bağı yok aslında şiir kitabım “Tuz” un. Diğer şiir kitabımın adı da “Çivi” aslında baş rol yara… Her ikisinde de farkındaysanız yarayı yapan da iyileştiren ya da saklayan da onlar. Yani bunlar ayrı bir hikâye… Çivi yarayı saklarken çıktığı zaman yarayı çırılçıplak ortaya çıkaran imgedir. Tuz ise yaranın üzerini örterken acıta acıta örten öğretendir. İsimlerin arkasına saklanmış o heybetli anlam aslında “yara” … Öyle işte…
Size göre okumak ve yazmak arasında nasıl kopmaz bir bağ var?
-Aslolan okumaktır! Yazan insanlar mutlaka okumalıdır da ama okuyan insan mutlaka yazmalıdır diye bir ritüel yoktur! Dolayısıyla vazgeçilmez olan “oku” emrindeki derin anlamın kıyısına kıvrılan yanımızdır. Okumak ve yazmak arasındaki en sıkı bağ birbirlerini çoğaltarak hakikatin ipini örmeleridir! O ip geleceği sırât-ı müstakîm ile buluşturan olacaktır da. Hem yazan hem okuyanlar bu durumun da ortağı olarak anlamlı bir elçiliğe de soyunmuş olurlar…
Kördüğümün kanatları olur mu?
-“Kördüğümün Kanatları” hikâye kitabımıza isim olurken misafir oldu yüreğimize ve artık bir ev sahibi. İmgelerimi açmayı pek sevmesem de sorularınızdaki derin emek ve özgünlüğe karşı koyamıyorum. Umut… Kördüğümün kanatları; dua ve emek ile ilmek ilmek örülmüş umuttur. Hem de karanlığın en derin yerinden çıkarılıp. Üstüne başına sinen çaresizliğe inat. Kördüğümün kanatları; dirilişin/direnişin satır satır umudu doğurmasıdır!..
“Doğal Şehrin Hikâyesi”nde ne anlatıyorsunuz?
-Altı doldurulmamış sloganlar, gösterişin kuyusunda temellerini atmaya çalışan düşünceler, insana hizmet adı altında kendine hizmete yeltenen bencil adımlar… Bu anlamda dönüp dolaşıp samimiyetsizliğin ensesinde çoğalan naralara öyle ya da böyle teslim oluyor çağımız insanı. Artık hakiki hikâyelerin varlığını bilmeli. Artık doğallığın gerdanına dizilen ata yadigârı emânetleri, geleceğe erdemli bir şekilde taşımalı diyerek, ülkemin kendine has kokusu, rengi ve duruşu olan Doğal Şehir Sındırgı’mıza edebî selâmımızı verdik.
Bir şehre/ilçeye/köye ruhunuzu gelin ederken, mutlaka kalbinizin kuyusunda saklanan o yüzgörümü dediğimiz iç çekişleri de alın! Alın ki gittiğiniz yerlerdeki suskunluklar ile içinizdeki iç çekişler, kuyuda bekleyen ip olsun, çıkarsın gövermeye hazır cümlelerinizi. Ne demiştik? “Sadece göğe bakayım derken, toprağın kokusunu unutanların, delik ceplerindeydi hikâyenin kayıp öznesi!” Açık tutun kalp pencerenizi ki hakikâtin cereyan yaptırırken kendinize kavuşturan vadisinde koşsun ruhunuz. Açın… Açın pencereleri!.. Ki kayıp zamanların kursağında kalan cümleler dökülsün usul usul bir anlatıcının kaleminden. Yoksa geleceğe köprü dediğimiz edebî, tarihi ve toplumsal yansımalar nasıl dokunur geçmiş ve geleceğin saçlarına. Ve nasıl türkü türkü örer zamanın tarağı ile taradığı hayatın saçlarını…
Öyle işte… Bir doğal şehrin bağrında samimiyet/insan/emek türküleri vardı biz de onları dinledik dinlettik köylerini karış karış gezerek…
“Antik Duvak” son kitabınızda İzmir’i anlatıyorsunuz değil mi?
-Evet, “Antik Duvark Smryna” bir İzmir kitabı. Tekdüzeliğin ezberine karşı her zaman net bir duruşumuz vardır. Arka sokaklar, ulaşılmaza ulaşmak ve perde arkası metaforları edebî yolculuğumuzun düsturu olmuştur daima. Ve bu konuda kalemimiz ve yüreğimizin birbirini tamamlayan yanı, yolculuğumuzu kolaylaştıran ve özgünleştiren nedenlerden en önemlisiydi. Evet, bu güzel şehrin masmavi denizi, denize nazır çok güzel ve ilgi gören tatil köyleri/ilçeleri vardı. Ülkemizden ve ülke dışından oldukça ilgi gören turistik yerleri hem yazılmış hem yaşanmış hem de yeterince gürültünün kundağında sıkboğaz edilmişti. Tenhalığın edebî huzuruna da ihtiyacı olan şehir/ilçe/köylerin gönlüne gönlümüzü yaslayarak sevmenin adabında yol haritamızı çizmeye başlamıştık Agora Antik Kenti ile… Sonrası, bizim bile anlam veremediğimiz bir akışın kan kardeşi olmuştu…
İnsanlığın yaptığı en büyük hata, daima görünen de aradığı güzelliktir! Belki de bu yüzdendir şehirlerin insan gölgelerini hapsettikleri o büyük kuyunun sırrı… Değil mi ki birçok şehir, kendi içinde gelecek sınavını, döşünde barınan insan ile birlikte kaybeder. Ve değil mi ki birçok şehir de bağrına sadakatle yaslanan insanın soluğu ile sallar medeniyetin ve geleceğin beşiğini. Bazı sorgulamalar şehir ve insan üzerine şu soruyu akla getiriyor. Şehirler mi insanı kendi rengine boyar, yoksa insanlar mı yaşadığı şehri kendi rengine? Bu sorunun cevabını belki de İzmir’i anlatırken bulacağız…
Neden İzmir?
-İzmir… Çünkü bu şehre bir vefa borcum vardı. 1995 yılında çıkan ilk şiir kitabım “Beyaz Ağıt” hariç şu ana kadar çıkan bütün kitaplarım bu şehirde çıktı. Bu şehirde kanatlandım! Dolayısıyla vefa borcumu böyle ödemek istedim. Bir de önyargı cehennemine kurban giden bazı mânâlar var. Belki vesile oluruz diye düşündük kalemim ve ben…
Ayrıntılı, özgün ve emek verilerek hazırlanmış sorulardı. Bu bağlamda sizinle muhabbet etmek de güzeldi. Teşekkür ederim.
MEHTAP ALTAN KİMDİR?
Mehtap Altan, 1973’de Kayseri’de doğdu. Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü mezunu. Hâlen İzmir’de yaşamaktadır.
Şiir, öykü, deneme, edebî söyleşileri ve kitap tanıtım yazıları; Dil ve Edebiyat, Türk Edebiyatı, Edebiyat Ortamı, Yedi İklim, Hece, Temmuz, Dîvanyolu, Hayal Bilgisi, Şehir ve Kültür, Sincan İstasyonu gibi dergilerde yayımlandı. 2014 yılında ulusal bir öykü yarışmasında “Kuyudan Kumbara” adlı öyküsü üçüncülük ödülüne değer bulundu.
2019 yılında İlk öykü kitabı İmgenâr Sokağı’nın Arnavutça çevirisi ve baskısı yapılmıştır.
Edebiyat yolculuğunun mihenk taşlarındandır, okul programlarında “aydınlatmak” cezaevi programlarında “arındırmak” amaçlı attığı edebî adımlar…
Uzun süredir, yazarlık okullarında eğitmenlik yapmaktadır.
Yayımlanmış kitapları:
‘Beyaz Ağıt’ (Şiir- 1995) / ‘Çivi’ (Şiir- 2014) / ‘İmgenâr Sokağı’ (Öykü- 2015) ‘Def ’ (Deneme-2016)
‘Es’ (Röportaj-2017) / ‘Mistik Fısıltılar’ (Öykü-2017) / ‘Kördüğümün Kanatları’ (Öykü- 2019)
‘Tuz’ (Şiir- 2019) / ‘Rruga Imagjınare’ (Öykü-2019) / ‘Doğal Şehrin Hikâyesi’ (Gezi/Gözlem-2021) ‘Makbule Efe’nin Çocukları’ (Derleme- 2022) ‘Kara Elmasın İncileri’ (Derleme-2023) ‘Antik Duvak / Smyrna’ (Gezi/Gözlem -2023)
27.12.2023