KÜÇÜKLÜĞÜMÜZ yaramazlıkla geçti. Ne zaman ne yapacağımız hangi şımarıklığın öncülüğüne soyunacağımız kestirilemezdi. Amaçsızca koştuğumuz çok olurdu. Bunu yaparken önümüze değil de havaya bakmayı tercih ederdik. Bunun bize bir sükse kazandırdığını düşünürdük. Sol elimiz direksiyonu tutardı güya sağ elimiz vites içindi. Motorun sesiyse ağzımızdan çıkardı. Yokuşları tırmanırken zorlanma sesleri çıkarırdık ama bu tehlikesizdi.
Sonra ne mi olurdu?
Her tırmanışın bir inişi vardı elbette. Freni patlamış bir kamyondan farksız hissederdik bayır aşağı kendimizi bıraktığımızda. Acıyla sonuçlansa bile en zevkli yanı burasıydı.
Öne geçmiş olanımızın ayağı bir taşa takılıp yere kapaklandığında ardından gelenlerde birer birer ona takılır düşerdik. Başımız gözümüz kanar, dişimiz kırılırdı. Hasar olurdu yani. Bunun zincirleme kaza olduğunu sonradan öğrendik.
Zaman aktı bizler büyüdük. Gördük ki, toprağa kapaklanmalarımız çok masumca ve nispeten daha kolay toparlanabilen çarpışmalarmış. Ego şişmelerimiz, dünyanın kendi etrafımızdan dönmesini isteyişimiz ve elde ettiğimiz hiçbir şeyle doymayışımızla kendimize kapaklanıyor ve yine kendi içimizde boğuluyormuşuz.
Yaşadığımız bir nevi ‘Duygusal Oburluk’muş.
Ne verilse doymayan, daha fazlasını isteyen, arzularının iştiha sesinden başkasını işitmeyen bir kapaklanma bu.
Tüm bunlardan sonra şu soruya cevap vermek güçleşti. Küçükken mi daha yaramazmışız yoksa şimdi mi? O zaman yaptığımız şımarıklıklar bedenimizde hasarlara neden olurken şimdi yaptığımız aşırılıklar ruhumuzu yaralıyor.
Kendimize kapaklanmanın getirdiği bu manevi oburluğa çare bulamazsak ruhumuz can çekişmeye devam edecek. 26.12.2019