UĞUR CANBOLAT
DİLRUBA ailenin ilk torunuydu. Büyük annesinin ismini onda yaşatmak istemişlerdi. Ortak bir karar verilmiş herkes buna sevinmiş ve memnun kalmıştı. Gözlerini açtığı ilk andan itibaren başka çocuklara göre bir fevkaladelik seziliyordu. Meraklı bakışlar, ışıl ışıl mavi gözler ve hiç bitmeyen bir tebessümle ailesinin göz aydınlığı olmuştu. Herkesi kendine hayran bırakan bir potansiyeli vardı. Neredeyse aile fertleri işini gücünü bırakıp sırf onunla ilgilenmek istiyorlardı. Herkesin yüreğini çalıyor, gönüllerini çeliyor ve kendine bağımlı hâle getiriyordu.
Zamanla serpilip yüzü gözü belirginleştikçe bu durum giderek artmıştı. Dillere destan bir güzelliğe sahip olan çocuk kısa sürede çevresine ün salmıştı. Aile, çevrenin de farkına vardığı bahsi geçen bu durumdan dolayı nazar almasından korktuklarından koruyup kolluyorlardı. Misafirler gittikten sonra çocuğu okuyan dedesinin neredeyse çenesi esnemekten tutuluyordu.
…
YEDİ ayın sonunda yürümeye başladı. Yerinde duramıyordu. Kaba motor becerileri hızlı gelişiyordu. Merakı sonsuz gibiydi. İncelemediği, kurcalamadığı bir şey yoktu. Hafızası müthişti. Üç sene sonra ise neredeyse büyümüş gibi haller sergiliyordu. Gören herkes “Bu ne kadar da bal dilli böyle” diyorlardı. Hayran olmayan neredeyse yoktu.
Babası sûfi meşrepti. Gönül ehli bir adamdı. Herkese yararlı olmayı dünyada ilke olarak benimsediğinden sevilip sayılıyordu. Elinden mesnevi türündeki eserler düşmezdi. Şirazlı Hafız ve Hz. Mevlâna meftunuydu. Gazellerde ve mesnevilerde Leyla ve Şirin’den “Dilruba” şeklinde bahseden bir beyit görünce gözü aydınlanıp gönlü coşuyor ve kızını kucaklayıp öpmeye doyamıyordu. İşi bazan daha ileri götürüyor ve ismine Canan, Yâr, Nigâr ve Dilber gibi ilaveler yapıyor ve bundan sonsuz bir mutluluk duyuyordu. Annesi Fehime Hanımise kızına “Gönül çelenim” şeklinde hitap etmeyi tercih ediyor hayranlığını hiç gizlemiyordu.
…
DİLRUBA büyüdü. Çocukluluğundaki sevimliliği hiç eksilmemiş tersine giderek artmıştı. Bu dillere destan olan güzelliğe görüp “Maşallah” dememek imkânsızdı. Bu destan olma hâli mestan olanları da getiriyordu elbette beraberinde. Yaşıtları etrafında pervane oluyordu.
Nazı, güzelliği, tatlılığı ve endamının yanı sıra ağırbaşlılığı, yerindelik duygusuna sahip olması, nerede konuşulup nerede susulması gerektiğini bilmesi, büyüklerine hürmeti, yaşıtlarına karşı samimiyeti ve küçüklerine gösterdiği merhameti onun kişiliğini desteklediğinden isminin anlamını pekiştiriyordu.
…
İÇ MİMARLIK okudu. Mesleğini eline aldı ve alanında ilerledi. Bir yandan da yüksek lisans ve doktorasını tamamlayarak akademiye geçti. Öğrencilerinin kendisine olan hayranlığını derslerine yönlendirmeyi biliyordu. Bitmeyen azmi ve sarsılmayan kararlılığı kişiliğinin en belirgin çizgilerini oluşturuyordu. Kendisine yani gönlüne, ailesine, çevresine ve öğrencilerine karşı ince bir duyarlılığa sahip oluşu da yabana atılamazdı. Sanata dair yüksek bir bilinci vardı. Uçan bir kuşun kanadına bakarak saatlerce oradaki sanat inceliklerini rahatlıkla anlatabilirdi. Ki, bunu zaten yapıyordu.
Zarifti. Gerçekten de çekiciydi. Anlattığına kayıtsız kalmak neredeyse imkansıza yakındı. Öğrencilerinin kendisini ders saatleri dışında bile yalnız bırakmaması bunun kanıtıydı. Zaman zaman sınırı aşmak isteyenler olmuyor muydu, elbette oluyordu. Talebeliğin tabiatında olan bir durum. Mutlaka buldukları fırsatlarda yoklama çekiyorlardı ama sabır ve dayanıklılığı bunları kolaylıkla refüze ediyordu. Ama bunu direkt olarak yapmadığından insanlar kırılmıyordu. Tersine saygıları daha da pekişiyordu. Sosyal bir altyapıya sahipti. Çok kolay iletişim kurabiliyordu. Onunla tartışma yapılamazdı. Öylesine ustalıkla konuyu müzakere sahasına taşırdı ki, herkes istifade ederdi.
Zekâ ve zarafetin aynı anda harmanlandığı bu kişilik kendisini tam bir “Gönül kapan” hâline getiriyordu. Eleştirilerinde bile insanları travma etmeden var olan güzellikleri açığa çıkartıyor ve ruhlarını okşayarak öğrencilerini ve çevresini etrafında bir muhabbet halkası şeklinde tutuyordu. Kendisiyle beraber öğrencilerinin yaratıcı yönlerini aktif etmesi gelişmelerine katkı sağlıyordu. Olumsuzluk onun dünyasında hiçbir yansıma bulmaz olumlu düşünce ve eylemler aşikâr olurdu.
…
DİLRUBA hep yürüyordu. Çocukluğunda başlayan bu özelliği hiç kaybolmadı. Bazı derslerini dekan izniyle bahçede gezerek yapıyordu. Farklı hocalara garip gelip itiraz edenler oldu elbette ama onları da ikna etmeyi bildi. Okul dışında Amasya’da gidip görmedikleri müze, geçmedikleri sokak, oturmadıkları park, nefeslenmedikleri meydan, tırmanmadıkları dağ, incelemeye değer görmedikleri eski bir mezar yoktu. Bazı tarihi binaların önüne gittiklerinde önce oturur gölgesinin üzerlerine düşmesini sağlar buradan otantik bir feyiz alırlar ardından biraz uzağına kümelenip yapıyı uzun uzadıya seyredelerdi. Öğrencilerinin içlerine gelen doğuşları teker teker dinler bunlardan bir özet sunum yaptıktan sonra o binanın estetik yanlarını anlatmaya başlardı ki kendisini bir sanat tarihçisi sanırdınız.
…
DİLRUBA HOCANIN bu yürüyüşlerini zamanla şehirde duymayan kalmadı. Saatleri de belli olduğundan etrafında öğrencilerinin dışında halktan bir halka oluşurdu. O nereye giderse peşinden giderlerdi.
Yürümek daha doğrusu yürüyerek düşünmek onun hayat tarzı olmuştu. Örnek aldığı tarihi şahsiyetler elbette vardı. Kimi felsefe ustalarının ve İslam dünyasını tenvir eden bazı âlimlerin bu tarzı tercih ettiği zaten bilinmekteydi. Örneğin Aristoteles öğretirken bir aşağı bir yukarı yürüme alışkanlığından dolayı kendisine “Gezginci” denirdi.
Dilruba Hocaya göre gezmek Allah’ın yarattığı kâinat kitabının kendisini etkilemesine izin vermek demekti. Bu başarıldığında tarihi yapıların da etkilemesine açık hâle gelinebiliyordu ki, bu da öğrenmenin bir başka türüydü. Dünden bugüne etkili eserler bırakan zekâları tanımak, dehalarına şahitlik etmek kendini geliştirmek, ruhen serpilmek demekti. Fikren beslenmenin diğer adıydı. Zira yüksek seslerle yürek ve ruhumuzun muazzep olduğu çağımızda sessizliğin sanatsal sesini duymak mühim bir ayrıcalıktı. Bu sebeple “Yerinde sayanlar çok ses çıkarır, sen yürü” derdi sürekli.
İslam kültür geleneğinde yürümenin yeri azımsanacak gibi değil. Nice şehirler gezen ilim talebeleri, hadis derlemek için yürüyen muhaddisler, irfani gelenekte dervişlerin seyyah olması gibi hususlar da önemli ve unutulmamalı.
…
DİLRUBA HOCA hep yürüdü. Öğrencileri de peşi sıra yürüdü. Halk buna iştirak etti ve sevdi. Yürüyerek ilim öğrendiler, irfan elde ettiler, sanat yönlerini geliştirdiler ve kendilerini buldular.
Kültürümüzde hayatın öte yakasına göçenler için kullanılan “Hakka yürüdü” tabirini de unutmayalım tabi.
Ya Selam!
21.07.2025