UĞUR CANBOLAT
OLDUM olası az ama öz ve çarpıcı konuşanları severim.
Kendim gibi fazla toz kaldıranlardan hoşlanmam. Hatta merhum babam hazretten bu hususta “Fazla toz kaldırma” şeklinde bir ikaz almıştım.
Ne kadar uyabildim bu nasihate tartışılır olsa da durum bu.
Her şey yerli yerinde olmalı. Ne önde ne geride. Ne ifratta ne de tefritte bulunmalı.
Ama söz için bu ilke sanki daha bir mühim zira o şirazesinden kaydığı vakit başka yerindelikleri de merkezinden oynatabiliyor, mihverini bozabiliyor.
İlk zehirlenme kulakla oluyor.
Yani zehir olan söz ilk ameliyesini kulağa yapıyor. Buradan zihne ve kalbe yol buluyor.
Sözün fazlası ve kabartılanı da malum olduğu üzere yalana bulandığından aynı etkiyi yapıyor.
…
GÖNLÜ delişmen ama bedeni sakin bir bilge tanımıştım vaktiyle.
Çevremizde oturup konumlananlar mütevazılık postuna bürünmüş olsa da kibir şatolarına kurulmuş gibiydiler. Sözleri güzeldi ama halleri bunu tekzip ediyor, yalanlıyorlardı.
Müstehzi bir yaralama içindeydiler.
“İfade etmiyorum ama gör içimdekileri” dercesine bir eda takınmışlardı.
Ki, bir kısmı âlim seviyesinde sayılabilirdi onların.
Yaşını başını almış, unu eleyip eleğini asmış olan o bilge kendi derununda söylenenleri dinliyor en küçük bir varlık gösterme teşebbüsünde bulunmuyordu.
Benimse her vakit dikkatimi bu “Sessiz, sözsüz konuşanlar” çekerdi.
Kalabalık dağıldı, havada uçuşan laflar ortadan kayboldu ve işte yine kendi tenhamızda yapayalnız kalıvermiştik.
Taburemi yanına yanaştırıp içten içe sessiz bir niyazla “Nasibimize acaba ne düşecek?” diye beklemeye başlamıştım.
“Evladım” diyerek söze girmiş ve şu ağır sözleri bırakmıştı kalbime: “Ne kendine kâfir ol ne de kendine mütekebbir! İkisi de imha edici.”
…
PARÇA tesirli bir bombadan farkı yoktu bu iki cümleciğin. Kalbimin yiv ve setlerinde serseri bir kurşun gibi dönendi durdu. Zapt edip anlamaya çalıştım.
…
KÂFİR örten, gizleyen demekti.
Mütekebbir ise büyüklenen, kibre saplanan, egosu ile şişinen…
Yıllar sonra anladım ki, her iki özellik birbirini besleyip çoğaltıyor. İkisi arasında ilk bakışta fark edilmeyen gizli ve sinsi bir işbirliği var. Muhakkak çözümlenmesi lazım gelen bir ilişki bu.
…
“İNSAN kendine nasıl kâfir olur?” demeyin, oluyor.
İlkin kendindeki güzellikleri örttürüyor şeytan. Gizletiyor.
Fıtratına derç edilmiş inanma potansiyelinin üstüne beton döktürüyor. Öldürtüyor.
Sonrasındaysa bunu gözlerden uzak tutmak için kibre sürüklüyor. Bunu da genellikle “Ben neyim ki, fukaranın birisiyim, acizim, elim ermez, dilim dönmez” şeklinde değişik formlarda söyletiyor.
Oysa aklını vahyin emri gereği işletse, kalbini ihtizaza getirse, zihnini donatsa, ilmini arttırsa, gözlemlerini yoğunlaştırsa, tefekkürünü derinleştirse meseleyi anlayıp çözecek.
İçine hapsolduğu fanusu kırıp parçalayacak. İmanın ve ihlasın temiz havasını ciğerlerine çekecek.
Ve “Hayy” sırrı ile ruhu diriltecek.
…
ELLERİNDEKİNİ işaret ederek Rabbimiz “İlk gizleyen, kâfir olan siz olmayın” demiyor mu Yahudi bilginlerine. Tevrat’ta ve İncil’de olanı zamanın âlimleri gizleyerek kâfir olmadılar mı?
Bizler kendimizi Kur’an’ın hakikatlerinden uzak tutarak yani anlamak için okumayarak buna benzer bir yanlış eylemin sahipleri olmuyor muyuz?
Ya da günümüz bilginleri bu gerçekleri gizleyerek vahyin üstüne kendilerince başkaca sözler koyarak bir perdeleme yaptıklarında yaşanan şey aynı olmuyor mu?
Konu bütünlüğü içinde bakıldığında bu hususu da önemle düşünmemiz gerekmiyor mu?
…
Hac farizası sırasında Mina’da üç şeytan taşlanır. Bunlar sırasıyla; Cemre-i Sağir ( küçük şeytan), Cemre-i Vusta (orta şeytan), Cemre-i Kübra (büyük şeytan) olarak isimlendirilirler.
Birinci şeytan mevki ve makam yani yönetim hırsına, hükmetme tutkusu çılgınlığına ve hegemonik tahakküme denk gelir. Bunu Firavun temsil eder.
İkinci şeytan servet hırsına, kesrete, malını çoğalttıkça çoğaltıp ona teslim olmaya ve onunla hükmedip başkalarını teslim alarak köleleştirmeye denk gelir. Bunu Hâmân temsil eder.
Üçüncü şeytan ise ruhban hırsına yani insanların maneviyatını esir alıp onlara aklı kullanmayı yasaklayarak Allah’ın dini yerine kendisinin uydurup kutsallaştırdığı sahte din ile toplumu yönetme ve baskılamaya denk gelir. Bunu Bel’am temsil eder.
Hepsinde de şeytanın öz benliğimizi yok edip kendimizi inkâr ettirerek sürüklediği aşağılık kompleksinin kibirle örtülen bir başka versiyonu taşlanır.
…
EVET, insan önce kendisinin varlığını, potansiyelini inkâr ediyor.
Aklının ermeyeceğini düşünüyor.
Kendini vahyin muhatabı saymıyor.
Küçülttükçe küçültüyor burada başka her alanda büyütmesine rağmen.
Ve kendisinin münkiri oluyor.
Şu halde kendindeki varlığın farkında olup onu açığa çıkartarak şükreden ama aynı zamanda kibir zehrinden uzak durup kalbini fesada uğratmayan o bilgenin nasihatini bir kez daha duyalım.
“Ne kendine kâfir ol ne de kendine mütekebbir! İkisi de imha edici.”
Ya Selâm!
08.05.2023