ELİYLE kalbine dokunuyor ve bu soruyu soruyordu: “Cevaplar burada peki sorular nerede?”
O, önceden cevaplarını hazırlayanlardandı. Çok önceden.
Ama soruları sormasını beklediği kişiden bir haber yoktu. Ne kendisi ortaya çıkıp görünüyordu ne de bir ulak gönderiyordu.
Yıllar bu şekildi ardı ardına devrildi gitti. Cevaplar eksilmedi aksine artmıştı. O yine eliyle kalbine dokunuyordu. Yine aynı soruları yineliyordu. Ama cevabı alması gereken yıllar geçmesine rağmen hâlâ ortalarda görülmüyordu.
Bu bir haksızlık değil miydi? Zulüm sayılmaz mıydı yapılan? Cevapları hazırlanmış soruların sahibi neden görünmezliği tercih ediyordu?
Seneler böyle geçip gitti. Aklar düştü saçlarına. Gözleri eskisi kadar ufku görüp gözleyemiyordu.
İyiden iyiye korkmaya başlamıştı. Olanlara bir anlam veremiyordu. Daha doğrusu bir türlü olmayana mana veremiyordu.
“Cevaplar hazır” diyordu. “Gelsin ve sorsun. Yapacağı bu kadar sadece.
Ben o gelecek diye yollarını gözledim.
Ben o gelecek diye çayın altını hep kısık ateş halinde tuttum. O sever çayı, eminim sever diyordu.
Ben o gelecek diye hep sol yanımı boş tuttum. Hep kendi yerime razı oldum.
Ben o gelecek diye gül yaprağındaki şebnemle seheri karşıladım.
Ben o gelecek diye geceyi yıldızlara ilmikledim.”
Bir gün yanına genç komşu çocuğunu çağırdı ve eline bir kağıt parçası tutuşturdu. “Ben yarın öleceğim, cevaplarımın sahibi gelirse cenazeme sorularını iste ve bu cevapları ona ver” diyerek sıkıca tembih etti.
Ertesi gün cevapları yüreğinde taşıdığı halde ölmüştü. Onu görenler elinin yine kalbinde olduğunu söylediler.
Cenazesi pek kalabalıktı. Cevapların sahibi gelmiş miydi, kimse bunu bilemedi.
28.10.2019