Halk Kültürü Toplumun Ruh Köklerinin İpuçlarıdır

Uzunca bir süredir halk kültürümüz, inançların kültür formunda yaşanması, kahramanlıkların önemi, doğum ve ölüm ritüellerinin anlamı, hikâye ve türküleriyle bir milletin nasıl oluştuğu, mitolojinin kültür varlığındaki yeri gibi hususları konuşabileceğim biri üzerinde düşünüyordum. Bu, kendisini akademik ünvanının yanı sıra bir “Halk Bilgesi” olarak gördüğüm, “Bilgeler Rehberliğinde Yetkinleşerek Mutlu Olmak İçin KENDİNİ BİLME” kitabının da yazarı olan Prof. Dr. Sırrı Akbaba Hocadan başkası olamazdı elbette.

Biz siz İstiklal Okuyucuları için sorduk Sırrı Hoca cevapladı.

___

Halk kültürü bir millet açısından neyi ifade eder?

-Bireyin benliği onu diğer bireylerden farklılaştırdığı gibi halkın da kültürü onu diğer halklardan ayırır. Bu farklılaşma bireyin ve o halkın başkalarınca tanınmasına yol açar. Tanınma ise gerek birey için gerekse halk için birer var olma ihtiyacıdır. Kimliksiz kişilik sahibi olunamadığı gibi kültürü olmayan halkın da başkalarına “biz” diye tanıtabileceği töresi olamaz. Bir halkın örf, âdet, anane, gelenek, görenek kısacası töre diye adlandırdığı kavramların içerisini dolduran her şey halk kültürüdür. Millet olabilmiş toplumlar bakımından binayı oluşturan taş ve tuğlaları bir arada tutan harç ne ise orada yaşayan halkı millet yapan da o halkın kültürüdür. 

Halk kültürü nasıl oluşur?

-Halk kültürü iki kaynaktan beslenerek ortaya çıkmaktadır. Bunlardan biri birey, diğeri de toplumdur. İnsan, doğuştan kendine verilmiş olan merak ve akıl gibi cevherlere sahiptir. Halk kültürü, ferdin kendisine yaratanı tarafından verilmiş olan aklın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Merak duygusu insanda akıl yürütmeye sebep olur. Tümevarım ve tümdengelim akıl yürütmenin yüz yıllar önceden bilinen iki genel yoludur. Bu yollardan birisiyle hareket eden kişi, orijinal düşüncesi sonucunda halk kültürünün temeli olan yeni bir buluşa ulaşabilir. Bir diğer kaynak ise toplumdur. Halk kültürü, birlikte yaşamanın ürünüdür: Doğum, yaşama ve ölüm süreçlerinde iletişim kurma gibi yapılması zorunlu olan yaşantılar halk kültürünün ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Halk kültürü toplumun ruh köklerine dair ipuçlarını nasıl verir?

-Bir yazıt bulunduğunda onun üzerinde uzmanlar tarafından çalışmalar yapılır ve sonuçta yazıtın hangi çağa ait olduğu, hangi halka ait olduğu ve o halkın ne gibi yaşantıları olduğu tespit edilir. Bu örnekten yola çıkacak olursak; günümüzde yaşanan herhangi bir kültür unsurundan hareketle o ürünün kimlere ait olduğunu anlamak mümkündür. Bunun için uzman olmaya gerek de yok: El, kol ve ayaklardaki hızlı hareketleri içeren bir folklor oyunu ile karşılaştığımızda, onun Kafkas halklarına ait olduğunu kolayca tahmin ederiz. Afrika gibi fakir ülkeleri sömürenlerin, Müslüman halkların işi olmadığını da hemen anlarız.  Pozitivist akla dayalı bir kültür unsuruyla karşılaştığımızda bunun Batı toplumlarına ait olduğunu, mistik ögeler içeren bir kültür unsurunun ise ya Hindistan gibi Doğu toplumlarına ya da Ortaçağ Batı toplumlarına ait olduğunu söyleyebiliriz.

Bir insanın halk kültürüne vakıf olduğunu nasıl ve nereden anlarız?

-Her toplumda söz ve yaşantısıyla öne çıkarak “Aksakal”, “Aydın”, “Ombusman” ve “Kanaat Önderi”, gibi farklı isimlerle nitelenen kişiler mevcuttur. Bu kişilerin halk kültürüne vakıf oldukları söylenebilir. Anadolu’daki halk ozanları, toplumda öne çıkan bu kişilere örnek olarak verilebilir. Bunların kimileri ozanlar gibi sözleriyle kendilerini tanıtmışlardır. Kimileri ise fazla söz söylemezler ancak yaşantılarındaki alçak gönüllülüğü, cesareti, hoşgörüsü, şefkati gibi tüm toplumlarda değer olarak kabul gören nitelikleriyle tanınırken bazıları da Türk toplumunda olduğu gibi cömertliği ve misafirperverliği gibi kendi toplumuna özgü bir kültürü yaşamasıyla bilinir.

Halk kültürü kuşaktan kuşağa nasıl aktarılabilir?

-Eğitimin iki işlevi mevcuttur. Birincisi var olan kültürü yeni nesillere aktarmak, ikincisi de var olan kültürün üzerine ekleme yapabilecek fertler yetiştirmek. Bu ikincisine “Orijinal Düşünce” üreterek yeni kültürlerin nasıl doğduğunu açıklarken az da olsa değindik. Aslında orijinal düşünce üretebilmek için var olanların bilinmesi bir ön koşuldur. Var olanların bilinmesi ise geçmiş nesillerin mirasına sahip çıkmakla mümkündür. Kültürü sahiplenebilme ise, eğitimin “Kültür Taşıma İşlevi” ile yapılmaktadır.  Her toplum kendi kültürünü yeni nesillere aktararak yarına kalmasını eğitim yoluyla gerçekleştirmektedir.

Halk kültüründen uzaklaşmış bir milletin vatan duygusunu kaybetmesinden bahsedilebilir mi?

-Batılıların “Prososyal Davranışlar” dediği, olumlu sosyal davranışlar halk kültürünün görünen yanlarındandır. Bu davranışlara örnek olarak Türk toplumundaki fedakârlığı verebiliriz. Fedakârlık, herhangi bir karşılık beklemeden yapılan iyiliklerdir. Vatan duygusu, kendisinden herhangi bir karşılık beklemeden uğrunda canını feda edecek kişilere özgü duygudur. Bir halk kültürü olan fedakârlıktan uzaklaşan insanlar, vatan yerine can endişesine kapılacağı için elbette savaş meydanından kaçacaktır. Nitekim hayvanda olan tehlike anında kaçma içgüdüsü insanda da mevcuttur. İnsan, kendisini hayvandan ayıran kültürel unsurlardan olan vatan sevgisi sayesinde fedakârlık gösterisinde bulunarak vatanını savunmaktadır. Aksi halde kültürden yoksun bir kişinin davranışları hayvanınkinden farksız olacaktır.

Halk kültürünün neden yazılı bir anayasası yoktur?

-Toplum kurallarıyla yaşar. Bu nedenle kuralsız toplum yoktur. Kurallar iki şekilde mevcuttur: Birincisi yazılı yasalar ikincisi ise yazısız töreler. İdeal bir toplum kendi toplumunun törelerinden hareketle yazılı yasalarını şekillendirmektedir. Böyle olduğu zaman insanlar kendilerine ait olan o kuralları daha çok benimserler.  Nitekim insanlar yazılı olmamasına rağmen törelere uygun davranışlar sergilemektedirler.

Halk kültürünün milleti bir arada tutma özelliği nereden kaynaklanır?

-Bu sorunun birden çok cevabı mevcuttur. Bu kaynakların belki de en önemli olanlarından ilki insandaki “Var Olma” ihtiyacının doyurulmasıdır. Her insan dünyaya geldiği andan itibaren kendisiyle ilgilenen anne ya da bakıcıya bağlanır ve ona kendinin var olduğunu göstermeye başlar. İlerleyen çocukluk yıllarında önce yakın çevresine, kardeşlerine, arkadaşlarına, komşularına, öğretmenlerine kendilerini ispat etmeye çalışırlar. Ergenlik yıllarından itibaren de idealleriyle çevresindeki tüm insanlara kendilerini göstererek büyüdüklerini ve topluma önemli katkılarının olacağını göstermeye çalışırlar. Bu var olma ihtiyacı doyuruldukça aynı zamanda sevgi ve ait olma ihtiyacı da doyuma ulaşmış oluyor. Sonuçta çocuklukta annesine bağlandığı gibi yetişkinliğinde de ailesine,  köyüne, kasabasına, şehrine, ülkesine bağlanır. Var olma ihtiyacı tüm insanların ortak özelliği olması nedeniyle bu bağlanma süreci, her bir milletin tüm fertlerinde kendi ritüelleri içerisindeki benzer şekilde gerçekleşirken aynı zamanda diğer milletlerden de farklılaşmaktadır. İşte bir milleti diğer milletlerden farklılaştıran bu özelliklerin ahenkli bütününe o milletin kültürü denilir. Aynı şekilde bir kişiyi diğerlerinden ayıran özelliklerin ahenkli bütününe de kişilik denilir. İnsan kişiliksiz var olduğunu ispatlayamadığı gibi topluluklarda kültürsüz olduklarında kendilerini var edememektedirler. Kendi varlığını duygu, düşünce, davranışları ve daha da önemlisi ürettikleriyle ortaya koyan insan yarına kalabildiği gibi, millet de yaşadığı kültürü sayesinde yarına kalabilmektedir. Her fert yarına kalmak ister. Fertlerden oluşan millet, iyi ve kötü günde, sevinç ve kederde fertlerini bir arada tutan üretip yaşadığı kültürü sayesinde hem var olabilmekte hem de ebedileşmektedir.

Her milletin halk kültürü açısından farklı psikolojik yapısından da söz edilebilir mi?

-Doğarken her insan aynı algı kanunlarıyla dünyaya gelmektedir. Az sayıda ki normal dışılığı dikkate almazsak algı kanunları bakımından insanların eşit yaratıldıklarını söyleyebiliriz. Eşit olan bu insanlar, içine doğdukları milletin kültürü tarafından şekillendirilmektedirler. Farklı psikolojik yapılanmalar bu farklı kültürlerden kaynaklanmaktadır. Bunu yine insan özelinden hareketle açıklayabiliriz: Aynı ailede doğan çocuklar mizaç bakımından birbirinden farklıdırlar. Bu farklılık anne babaların her bir çocuğa farklı davranmasına sebep olmaktadır. Bununla birlikte daha büyük farklılık ise muhtelif ailelerin birbirine benzemeyen çocuk yetiştirme stillerinden kaynaklıdır. Bu benzetmeden hareketle; farklı ülkelerin kültürel farklılıkları da, o ülke insanlarını diğer ülke insanlarına benzememelerine sebep olmaktadır. “Kültürel Psikoloji” kavramı da bu gerçeğe dikkatleri çekerek psikoterapide kullanılan yöntem ve tekniklerin her kültürün kendine özgü olanından yola çıkarak farklılaşması gerektiğini önermektedirler.

Buna bir örnek verebilir misiniz?

-Elbette. Türk toplumunda deprem gibi travmatik bir yaşantı sonucu hemen sığınacağımız yer olarak akrabalarımızın evleri aklımıza gelir ve hala, teyze, amca, dayı gibi kendimizi güvende hissedeceğimiz gerçek yerlere gideriz. Batı toplumunda travma sonrası stresle başa çıkabilmek için “Güvenli Yer Tesisi” adı altında bir psikoterapi tekniği geliştirmişlerdir. Bu teknikle stres altındaki danışanlara gözlerini kapatarak kendilerini en güvenilir olarak düşünecekleri bir ter kurmaları hayal ettirilir. Hayal ile rahatlamaları sağlanmaya çalışılır. Bireyselleşmenin had safhaya ulaştığı batı toplumları için geçerli olan bu teknik, Türk toplumunda pek geçerli olamamaktadır. Çünkü Türk toplumunda gerçek güvenli yer daha yok olmamıştır. Gerçeğinin olduğu yerde yapayı elbette karşılık bulamayacaktır.

Halk kültürü açısından kahramanlık hikâyelerinin yeri ve değeri nedir?

-Her milletin kendine özgü kahramanları ve onlara ait hikâyeleri mevcuttur. Mesela Türk soyuna ait Mete Han, Alparslan, Fatih Sultan Mehmet ve Atatürk gibi yöneticilerin kahramanlıkları tarihe mal olmuştur. Milletlerde olduğu gibi halklarda kendi boyundan gelen ya da kendi coğrafyasında yaşamış olan kahramanlık hikâyeleri mevcuttur. Bunları daha çok da sözel olarak nesilden nesle aktarmaktadırlar. Bu sözel hikâyeler, yeni çağdaş araç-gereçlerin ortaya çıkmasıyla yazılı hâle getirilmekte, yazılı olanlar da dijital hâle dönüştürülerek geleceğe taşınmaktadır. Bu gelişmelerin tamamı kültürel zenginlik olarak kabul edilmektedir.

Mitoloji ile halk kültürü arasındaki ilişki nasıldır?

-Mitoloji, bir bakıma yaşanmışlıkların zaman içerisinde değişim ve dönüşüme uğrayarak fosilleşmiş hâlidir denilebilir. Halk kültürü de büyük oranda şu anda yaşananlardır. Yaşamak, canlılığı ifade ediyor. Uzun zaman sonra onların da değişime uğramasıyla mitoloji içerisinde yer alacaklarını söyleyebiliriz. Kısacası mitolojiye halk kültürünün müzesi olarak bakılabilir.

Cengiz Aytmatov’un bir romanında geçen son isteği sorulan tutsak bir Hakan’ın ülkesinden bir çobanın getirilip türkü okuması talebini nasıl yorumlarsınız?

-Bu soru bana rahmetli Ebülfez  Elçibey’in ömrünün sonunda Türkiye’de hastanede ozan Fatih Kısaparmak’ı yanına çağırarak onunla yaptığı çok anlamlı bir sohbeti hatırlattı. Hakan da olsa insanlar geçicidir. Kalıcı olan ise kültürdür. Bir millet kendini geleceğe taşıyabildiği kültürü sayesinde yaşatır.

Halk kültürü açısından doğum ve ölüm ritüelleri ne anlama geliyor?

-Hayatın başlangıcı olan doğum ritüellerine dikkatlice bakıldığında yeni doğanın sağlıklı yaşaması, atalarının inançlarını devam ettirmesi gibi önem verilen konuların işlendiği gözlenmektedir. Mesela; doğarken kulağına ezan okunması gibi. Aynı şekilde ölüm ritüellerinde de ebedi mutluluğa ulaşması için geride kalanların çabalarının olduğu gözlenmektedir: Helallik alınması gibi.

Halk kültüründe sevinç ve hüznün yaşanması belirleyici mi?

-Yüzyılları aşarak gelen ve yeni nesillere yaşama zevki veren kültürüdür. Sevincin doruğa çıktığı ve hüznün de azaldığı anlar, halk kültürünün en yoğun yaşandığı anlardır. Halkın kendi ifadesiyle “Sevinçler paylaşıldıkça çoğalır, hüzünler paylaşıldıkça azalır,” denilmesi de bunu göstermektedir.

Halk kültürümüzde âşıkların, ozanların işlevini nereye oturtuyorsunuz?

-Âşıklar, bir yandan halk kültürüne ürünler katmakta diğer yandan da yeni nesillere kültür naklini gerçekleştirmektedirler. Bu iki fonksiyondan birincisi bir keşif, buluş niteliği taşırken ikincisi de eğitimin işlevidir. Kısacası âşıklar hem sanatkârdırlar hem de eğitimcidirler.

Halk kültürünün dini hayatı kültürel forma sokması sizce ne ifade eder?

-Kültürel forma sokulmayan bir dinin yaşamadığını söylenebilir.  Gerçek anlamını yitiren dinlerin ritüelleri gözlendiğinde sadece müze niteliği kalmış olan kilise, havra gibi mekânlara hapsedilmiş olduğu görülür. Ritüelleriyle halk kültürü içerisinde yaşamaya devam eden dinin ise canlılığını devam ettirdiğini söylemek mümkündür. İslam dininin canlı olarak yaşadığı zaman dilimleri ve yerlerde alışveriş merkezleri, eğitim kurumları, hanlar, hamamlar, camiler hep birlikte eşit düzlemde işlevde bulunmaktadırlar. Şehir ve köylerde insanlar işlerine, tarlasını ekmeye ve biçmeye “Besmele” ile başlarlar. Ürününü arabasına yüklerken zikir, işlerini bitirince şükür ve boş zamanlarında da fikirle dini hayatı eksiksiz yaşarlar.

Başka toplumlardan etkilenerek yaşama ritüellerinin değişime uğraması olgusunu nasıl yorumlarsınız?

-Toplumların birbirinden etkilenmeleri kaçınılmazdır. Bu etkileşim sırasında doğal kanun olarak; güçlü olan kültürlerden zayıf olanlara doğru akış olmaktadır. Diğer bir ifadeyle zayıflar etkilenen, güçlüler ise etkileyen konumundadır. Kısacası değişim, zayıf kültürlerde meydana gelmektedir. Bu nedenle kültürel yönden güçlü olan halklar, daha çok asimile eden, güçsüzler ise asimile olan konumundadır.

Son olarak yeni çıkan kitabınız “Bilgeler Rehberliğinde Yetkinleşerek Mutlu Olmak İçin KENDİNİ BİLME” kitabınız hakkında sormak istiyorum. Bu çalışmanızda ne anlattınız ve halk kültürü bağlamında nereye oturtabiliriz? 

-Kendini bilme, muhtemelen dünyada alabileceğimiz en büyük zevklerin başında gelir. Mutluluk arayışı içerisinde olan insan, bu büyük hedefine ancak kendini tanımayı başardığı ölçüde ulaşabilir. Büyük amaçlara varmak için “Büyük sözü dinlemek gerekir” inancından hareketle başta Farabi ve İbn Sina olmak üzere bu kitapta birçok düşünürlerden yaptığım alıntıları, kendi mesleğim olan psikoloji bilgileriyle ilişkilendirdim. Temel konusu insanı tanıma ve tanıtma olan günümüz psikolojisinin sınırlılıklarını da meslektaşlarıma, felsefi bakış açısıyla göstermeye çalıştım. Okurlarıma genelde insanı tanıma, özelde ise kendini bilme konusunda yaptığım katkı oranında mutlu olacağım.

KUTU İÇİNDE

PROF. DR. SIRRI AKBABA KİMDİR?

1963 yılında Karsta doğdu. İlk ve ortaöğretimini aynı ilde tamamladı. Lisans öğrenimini Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü Psikolojik Danışma ve Rehberlik Anabilim Dalında 1985 yılında bitirdi. Yüksek lisansını Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitimde Psikolojik Hizmetler Anabilim Dalında, Ana-Baba Tutumlarının Bazı Kişilik Özellikleri Üzerindeki Etkisi konulu tez çalışması ile 1988 yılında, Doktorasını da Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitimde Psikolojik Hizmetler Anabilim Dalında, Grupla Psikolojik Danışmanın Sosyal Psikolojik Bir Kavram Olan Özgecilik Üzerindeki Etkisi konulu tez çalışmasıyla 1994 yılında tamamladı. Lisans mezuniyetinden sonra 1986 yılında ilk görev yeri Tokat Milli Eğitim Müdürlüğü Rehberlik ve Araştırma Merkezi oldu, aynı yıl Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Psikolojik Danışma ve Rehberlik Anabilim Dalındaki araştırma görevliliğine geçiş yaptı. Atatürk Üniversitede 1994 yılında yardımcı doçent, 1999 yılında doçent, 2005 yılında profesör oldu. 2009 yılında Uludağ Üniversitesinde Profesör olarak çalışmasını sürdürdü. 2014 yılı Kasım Ayında Uludağ Üniversitesinden emekli oldu ve Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Psikoloji Bölümünde çalışmaya başladı.

Birçok kitap editörlükleri ve yazarlığının yanı sıra, yurt içi birçok hakemli dergide yayın ve hakem kurulu üyelikleri bulunmaktadır. Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği üyesi olan Prof. Dr. Sırrı Akbaba, evli ve iki çocuk babasıdır.

16.11.2022

https://www.istiklal.com.tr/haber/halk-kulturu-toplumun-ruh-koklerinin-ipuclaridir/722387

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir