HALSİZDİ, adım atmaya mecali bile yoktu. Bir süredir kendini dağılmış buluyordu. Ne eski yaptıklarını yapabiliyor ne de eskiden kızdıklarına kızabiliyordu. Oysa kızması meşhurdu. En küçük bir meseleyi birden bire dünyanın en mühim olayı haline getirebilir buna da herkesi inandırabilirdi.
Söze ehildi hep. Etrafında tüm kızgınlıklarına rağmen onu dinleyen hayli insan oluşu bunun en bariz deliliydi.
O cevval, hareketli kişi gitmiş yerine sanki ona benzeyen başka biri gelmişti. Herkes bunun farkındaydı. Mustariptiler. Öfkenin küplerine binse bile sözünü kesmesini istemiyorlardı. En çok yarenlik yaptıklarından birisi neyin var demeyi başardı. Yorgunum dedi. Neyin yorgunusun sorusunu ise cevapsız bıraktı.
Sıradan görünüyor olsa bile bu olay beni çok etkiledi. Sarstı bile diyebilirim. Nelerin yorgunu olduğumuz sorusunun düşünülmeye değer olduğu fikrindeyim.
Neyin yorgunuz?
Kavganın, saldırının, ötekileştirmenin, küçültmenin, yok etmenin mi yorgunuyuz acaba?
Sabırsızlığın, hazımsızlığın, çekememenin, kıskançlığın yorgunu olabilir miyiz?
Kısacası bencillik mi yorgun düşürdü bizi?
Oysa ben mavinin yorgunu olmak isterdim. Uçsuz bucaksız gökyüzünün mavi derinliklerinin hem fizik hem de zihni yorgunluğunu yaşamak isterdim.
Tabiatın sayılamayacak ve hayret edilecek kadar yeşil ve tonlarını keşfe çıkmış bir kişinin yorgunluğunu tercih ederdim.
Muhabbetin yorgunluğunu mesela. Yorgun olacaksak bunların yorgunu olalım.
Sevmekten, sevilmekten, gönlümüzün derinliklerinde yol almaktan yorulalım. Hasetten, fesattan değil!
27.05.2019