UZUN uzadıya anlattı, durdu. Çok şey öğrenmemiz gerekirmiş yaşamaktan ama bunların en önemlisi sarılmakmış. Bunu muhakkak öğrenmem gerekiyormuş. Yoksa hayattan almam gerekenleri alamazmışım. Beni fakir bırakırmış bu tavır.
Sarılmayı bilmeyen kendini yaşamış saymamalı. Sevmiş saymamalı. Hatta sevilmiş saymamalı. Değerli de saymamalı dedi.
Kendisi ağaçlara bile sarılıyormuş. Kökleşiyormuş bu şekilde.
Amma dedi sesini kalınlaştırıp vurgusunu arttırarak neye sarılacağını bilmeli.
Vatanına sarılmalı mesela. Vatan anadır, yardır. Vatan kara parçası değildir sadece. Can evimizdir. Ümit bağımızdır. Gelecek günlerimizdir.
Aynı heybetli söyleyişle devam etti. Nazarım sarılmayı bilmeyenler saldırmayı da bilmezler, başaramazlar. Vatanına sarılmasını bilmeyenler ona düşmanlık besleyenlere nasıl hücum edeceklerini, ne şekilde saldıracaklarını da tayin edemezler. Vatanına sarılamayanları düşmanlar sarar. Kıskıvrak hem de.
Sarılmayı öğrenmek vatan kurtarır, hayat kurtarır.
Uyarmayı da ihmal etmedi. Yanlış duygulara, fikirlere, düşüncelere, hayallere, umutlara, heveslere sarılmamalı. Sarılmanın doğrusunu ve sıcaklığını bilenler bunu zaten yapmazlar ama yine de ikaz etmeliyim diyerek noktaladı sözünü.
Sarılmayı bilmeyenler saldırmayı da bilmezler.
Günün manşetini almıştım. Hatta buna hayatın tüm günlerinin manşeti de denebilirdi.
09.10.2019