Yazar bu yurdun nüktelerini, yol göstericilerini, erenlerini bilmek zorundadır

UĞUR CANBOLAT

Gürbüz Azak meftunu olduğum bir yazardır. İzini sürer yolunu takip ederim. Kelimelerle dans edişi her zaman başımı döndürmüştür. Kimi yazılarının bazı paragraflarını ezberden okumak ve dostlarla paylaşmak benim için büyük bir zevktir. Türkçe’nin lezzetini onun metinlerinde bulurum. Muhayyilesine olan hayranlığım kesintisiz devam eder. “Deli Balta” çizgi romanı benim dünyamda hep tazeliğini korur. Türkçe yazıp çizenlerin uğraması gereken en önemli duraklardandır. Değerli yazar ve eğitimci arkadaşım Menekşe Özkaya Tutum ile kendisiyle yaptığımız bu söyleşiyi sizlere sunmak ancak nasip oldu.

İyi okumalar.

___

Bir yazınızda yazarın öfkeleri olmalı demiştiniz. Niçin yazarın öfkeleri olmalı?

-Halim selim karakterler cesaretin ırağında kalıyorlar. Biraz delişmen, biraz öfkeli olmak yol açıcılığın, yol göstericiliğin, öncülüğün gerektirdiği tavır, öyle sanıyorum. Şairlerin, münekkitlerin mimarların, musikişinasların da aynı ruh ikliminde olduklarını zannediyorum. Biraz delişmen, hafif öfkeli, “Daha iyi olamaz mı, daha güzeli yazılamaz mı?” gibi yüreklerinde birtakım düğümlenmeler var. Belki de bu hal onların dinamosu.

Atalet sendromundan bahsediyor gibisiniz sanki…

-Evet. Öfkesizlik bir nevi atalet ve durgunluk anlamına da geliyor. Belki de büyük öfkeler, büyük liderleri çıkarıyor ortaya. Ve bir de ağrılar. Öfkeler gibi ağrılar.

Istırap önderlerin yakıtı diyebilir miyiz o halde?

-Yüreğinde acılar ıstıraplar taşımayanların önder olması mümkün değil. Adnan Menderes’i yakından tanıdım. Denizli’ye dört defa geldi. Ben dört defa onun mitinglerine gittim. Okulu, liseyi kırarak tabi. Çok güzel konuşurdu, çok güzel giyinirdi. Halk ile arasında mesafe yoktu. Tipik bir halk adamıydı. Çok sevilirdi. Yağmur şakır şakır yağıyordu. O devirde yirmi bin kişi onu dinliyoruz. Kımıldama yok, kaçma yok. Tuhaftı, Celal Bayar geldiğinde onu da takip ederdim. En fazla yüz elli kişi olurdu. Menderes geldiğinde kalabalıkları meydanlar almazdı da Bayar gelince niye böle olurdu?

Niye?

-Menderes rahmetlinin yüreğindeki ağrıların sebebi, annesinin, babasının ve küçük kız kardeşinin, üçünün de verem illetinden ölmesi. İşte o hastalıklarla mücadele etme, ortaya atılma, memleketin, milletin zorluklar içinde yaşayışına şahit olma, onu lider yapan özelliklerden biri.

Gürbüz Abi, yazarın öfkeleri olmalı demiştik ve ağrısı… Tabi cesareti de eklemek lazım. Galiba “Tatar” kitabı böyle bir cesaret, öfke ve sancının sonucu…

– Bir küçük anayasam var. Yazılmayanı yazmak. Ya da herkesin bildiğini çok çok özel bir üslupla sevimli bir tarzla tekrar aktarmak. Ben genellikle birincisini seçtim. Yazılmayanı yazmak. Gayretim bu yöndedir. Tatar’ı yazmadan önce, yıllarca tarihi olayları karıştırır, harmanlarken büyük bir modelle karşılaştım. Tatar, tatarlık mesleği. Ve çok zor. Mesela Üsküdar’dan çıkıp Bağdat’a on iki günde mutlaka gideceksin. Ama mutlaka. On üçüncü gün diye bir şey yok. Edirne’den çıkacaksın, dokuz günde Belgrat’ta olacaksın. On gün olamaz. Geç kalırsa Tatar kendini öldürüyor. Haysiyetine dokunuyor. Sinemogratif bir yanı da var Tatar’ın. 

Film olabilirlik yanı var o zaman…

-Evet. Keşke filmleri yapılsa. Belli mesafelerde menziller var. Yıldırım gibi gidip geliyor. Yıldırım gibi üst baş değişiyor. Yıldırım gibi yeni ata biniyor. Apar topar yemek yiyor. Tatarî dedikleri, az pişmiş et. Hemen yola koyuluyor, her menzilde tekrar üst baş değişiyor, at değişiyor. Ve bunlar bütün tuzaklara rağmen yapılan şeyler. Büyük cesaret, yiğitlik isteyen şeyler. Buna meslek mi demeli, fedakârlık mı demeli. İşte öyle bir hadise. İşte ben bunu tarih ile ilgili araştırmalarımda öğrenince kalıcı olmasını istedim. Çünkü gençler genellikle düne dönük değiller, hep bugünü yaşıyorlar. Tatar gibi kahramanların sevimliliklerim farkına varmalarını istedim. Tatar işte bu sebeple doğdu. “Niye yazılmamış!” diyerek işte o sevimli öfke ile yazıldı. Batılı karakterleri su üstüne çıkarmak güzel ama Tatar ne olacak? Tatarlar da bilinmeli diye yazdım. Kendine has bir özelliği olan ve dediğim gibi pek el değmemiş bir konudur. Yeni bir inceleme şeklidir.

Ben Tatar’ı okuduğumda “Köroğlu’yum, dağda gezerim, esen rüzgârdan hile sezerim…” sözlerine gitti zihnim. Yani Tatar rüzgârı duyabilen bir karakter.

-Şimdi önsezi, telepati diyorlar ya, o tip kahramanların gözleri, kulakları bizden farklı yönleri var onların ve öyle de olmaları gerekiyor. Çok iyi kılıç kullanacak, çok yaman ata binecek, çok iyi keman gerecek, çile çekecek… Bol marifet isteyen bir iş Tatarlık.

Şu anda birçok tarihî roman var. Yeni yeni yazarlar da çıkıyor. Doğru cümle kurmak, doğru bir muhayyile, yeni buluşlar içeriyor olması, geleceğe dönük olan, şimdiye dönük olan, gençlere de bir şeyler söylemek gibi kaygılar da içeren bir roman değil mi Tatar?

-Evet, Tatar yeni cümleler de barındırıyor içerisinde. Üslup olarak ve konu itibariye. Mesela okuyan sürat kavramını ve ehemmiyetini öğreniyor.  Devlete bağlılık öne çıkıyor, vazifeşinaslık ön plana geliyor, sözde durmak, sadakat, görev uğruna gerekirse canını verebilecek kadar yiğit olabilmek gibi unsurlar var.

Yazılmayanı yazmak deyince, bunun içine “Taş”ı yazmak da girer mi?

-Gazeteye kendi imzamla yazmaya başladım. Ki ondan evvel zaten altmışlardan beri yazıyorum aslında. Nedim Gürbüz, Oğuz Akalın gibi müstear isimlerle. Kendi ismimle yazmaya başladıktan sonra bir gün gazetenin patronu rahmetli Enver Ören’le konuşuyoruz. Dedi ki bana “Gürbüz, diğer yazarlara söyleme duymasınlar ama her sabah ilk seni okuyorum.” dedi. Sonra bir de okuyucudan devamlı telefon geliyormuş. “Güzel yazıyor Gürbüz Azak. Taşı yazsa okutur.” demişler. Bunun üzerine ben de bir “Taş” üzerine yazayım, dedim. “Taş” diye sevimli bir yazı çıktı sonra.

Gürbüz Abi siz, yazar, kavram üretendir, diyorsunuz. Son günlerde şöyle bir şey duydum, yazıcı çok ama yazar az.  Ve aklıma “Beni Revaya Götürür müsün?” yazınız geliyor. Muhteşem bir yazıdır. Bir A4’e sığacak kadar kısadır. Orada “Sevmelerin en tenha durağı, önüm sıra sevdiklerim geçer, ardından seni sevdim diyemediklerim, öylecene…” Buradan hareketle sormak istiyorum “Yazar” dediğimiz kişi kimdir? Çok bilen mi, çok kelime kullanan mı, söylenecek sözü çok olan mıdır? Kimdir yazar?

-Taşmadan evvel dolmak lazım. Ben Batı klasiklerini ortaokul yıllarından itibaren hatmettim. İskandinav edebiyatı, Alman edebiyatı, Rus edebiyatı, İngiliz, İspanyol, Fransız, Güney Amerika, Polonya edebiyatı yazarları ve şairlerini okudum.

Yeterli oldu mu?

-Hayır. Ama bir yere gelemediğimi fark ettim. Bu yurdun yazarı, bu yurdun nüktelerini, bu yurdun yol göstericilerini, bu yurdun erenlerini bilmek zorundadır. Öyle biri olmalı diye düşündüm. Konuşmalarda da şahit olmuşsunuzdur, Emir Sultan’ı, Hacı Bayram Veli’yi, Hacı Bektaş Veli’yi, elbette Yunus’u, Eşrefoğlu Rumî’yi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerini sonra da Teke yöresinin ünlü erenlerinden olan Abdal Musa’yı öğrendim, dehşete düştüm. Bize doğru istikametleri gösteren o cesur ve bilge kahramanlarımız, onlar bilinmek istiyordu. Onları da olabildiğince öğrenme gayretine düştüm.

Sonra ne oldu?

-Sonra, dedim Gürbüz, sen bu toprağın münevveri nerdeyse oldun, hadi bunları yazıya dök. Sözünü ettiğimiz o ağrılar sızılar bende de başladı. Ve de öfkeler. Ve bunlar benim sermayem oldu. Asıl sermayem dış dünya kadar hatta ondan da fazla bizim değerlerimiz, bizim yol göstericilerimiz. Bunların içinde Sadi-i Nursî Hazretleri de vardır. Öyle ki rüyalarıma girecek kadar.

Bir yazarın düşünce ve yazı dünyası nasıl olmalı? Nasıl bakıp, nasıl görmeli?

-Gözleme önem verecek, kırk satırda her konuyu anlatabilecek. Yoğun ve özgün ağırlığı fazla cümleler kurabilecek ve de sevimli cümleler. Bir önceki paragraf ile sonraki paragraf arasında akrabalıklar kurabilecek, aynı cümlede aynı kelimeyi iki üç defa kullanmayacak. Bir profesör yazmış, bir paragrafın içinde yedi defa aynı kelime. Zoruma gidiyor. Türkçe bu kadar tıkız kullanılmamalı. Her ne kadar Türkçe yalın, sade ve az kelimeli. Ama Osmanlıcanın da eklenmesi ile Türkçe güzelliğini bulmuş, şiiriyetini kazanmış ve cümleyi besteler hale getirmiş. Öyle bir zirveye ulaşmış dilimiz Osmanlıcanın da etkisiyle. Ki imparatorluk dilidir Osmanlıca.

Zenginleşmiş bir dil, öyle değil mi?

-Evet. İçinde Ermenice, Rumca, Acemce, Rusça, Arapça, Farsça vardır. Kapuska Rusçadır, almışız. Sevmişiz. Bunun gibi pek çok kelime var. Bizden de Macaristan, Rusya, Araplar… vs. almış. Bu şekilde bir zenginlik olmuş. İngilizler Shakespeare İngilizcesini öğretirler, bizim Osmanlıcamız gibidir, İngilizlere göre Shakespeare İngilizcesi. Osmanlıcanın varlığı ile Osmanlıcanın bilinmesi ile biz Akif’e, Haşim’e ulaşmışız. Ve Yahya Kemal’e erişmişiz. Hatta Attila İlhan’a varmış. Niçin son elli yıl içindeki şairlerin içinde en çok Attila İlhan sevilir? Osmanlıcaya hâkimdir. Zaman zaman kullanır. O zenginlikten istifade etmek şart. “Tutanak tutalım”, “Yazanak yazalım” çok kötü. “Yazanak” rapor. Rapor, dilimize girmiş artık, köylü de kentli de biliyor. Fazla zorlamamak lazım, dil fakirleşiyor. Muharebe, harp ve savaş birbirine girdi. Hâlbuki savaş, tıkız bir kelime. Kurtuluş Harbi içinde Dumlupınar Muharebesi vardır. Sakarya Muharebesi vardır. Harbin içinde muharebeler vardır. Muharebe ile harp yok oldu. Savaş doğdu. Kurtuluş Savaşı, Sakarya Savaşı… Eee olmuyor. Bu derinliği azaltıyor. Yazarın düşünme ufkunu zayıflatıyor. O yüzden Osmanlıcayı ihmal etmemek lazım.

Sizin gazetede pazar günleri “Dürbün” köşesinde “Güzel İnsanlar” başlığıyla makaleleriniz olurdu. Ve “Güzel İnsanlar” kavramı insanların diline düştü. Eskiden âlim zat, malumat sahibi kişi, itibarlı adam gibi ifadeler vardı. Ama “Güzel insanlar” gibi bir kavramı yoktu ve sizin bu dile, bizlere hediye ettiğiniz bir kelime gurubu oldu. “Gönlünüze sağlık” da yine sizin bizlere kazandırdığınız bir cümledir.

-“Bizim mahalle”, “Öteki mahalle” kavramlarını da zannedersem ben ilk defa kullandım. On beş günde bir “Kültür Konseyi” diye bir kurum var oraya gidiyoruz. Bir konuda uzman kişi konuşuyor, sohbet ediyor, ötekiler dinliyor. Bir profesör dedi ki, Süleyman Demirel, Gürbüz Bey’in ilk defa kullandığı “Güzel insanlar” tabirini kullandı. Çok sevindim, demişti. Demek ki cumhurbaşkanına kadar gidebiliyor. Buradan şu çıkıyor. Yeniliğe karşı bir açlık, dilin zenginliğine karşı bir özlem var, demek ki. Hemen kabul görüyor, itiraz edilmiyor ve kullanılmaya başlıyor. Yazarın görevlerinden biri de belki bu olmalı. Bir konuşmamda demiştim ki: Türk Dil Kurumu’nun başına romancılar, şairler, yazarlar ikişer ikişer gelmeli. Değil mi ama. Folklorcular, halk araştırmacıları gelmeli. Bir iki ayda bir toplanmalı bunlar ve onların murakabesinde Türk Dil Kurumu ilerlemeli, yoksa muharebeyi harbi –iki kelimeyi- yok sayıp onun yerine “savaş”ı -tek kelimeyi- getirip fakirleştiren Türk Dil Kurumu zararlıdır.

Bu kavramların dışında metinlere baktığımızda “Dostlara selam” kavramı da sizin milletimize kazandırdığınız kavramlardan birisi. Yine sizin “Bir gelin kiraz yıkarken” başlıklı bir yazınız var. Orada kullandığınız cümlelerden birisi de “Çıkmaz Sokak” yine bu da çok anlamlıdır. “Türkçemize mezar kazmak” …vs.

-Dili hep beraber kurtaracağız. Hep beraber yekinip, öfkelenip dili kurtaracağız inşallah. Gerektiği zaman da feryat edeceğiz.

İlk çıkardığınız dergi “Şiir” ismin taşıyordu sanırım, biraz bahseder misiniz?

-1960 yılıydı sanırım. O yıllara kadar ben dergilere bakar, dergileri takip ederdim, Denizli’de lisede iken. Sonra o dergilere yazı, resim ve desenler de göndermeye başladım ve yayımlandı. Ve böylece bende bir merak oluştu. Acaba ben de bir dergi çıkarabilir miyim, diye. En ucuz maliyetli, en rahat alıcı bulabilen dergi hangisi? Şiir dergisi diye düşündüm. Bir varlıklı arkadaşım vardı. Sacit Berk. Onunla aynı sınıftayız. Parayı sen koyacaksın, yönetimi ben ele alacağım, dergi çıkaracağız. İki üç gün konuştuk, ikna ettim. Tamam Gürbüz, dedi. Aksaray’da bir posta kutusu tuttuk. PK. 20 Aksaray/İstanbul. Ve dergiyi çıkardık. İstanbul’da gazete bayilerine dağıttık. Ertesi sayı tutulmaya başladı. İki üç gecikince bayiler, nerede kaldınız, demeye başladılar.  O zamanlar gazete kulübelere vardı. Tütüncü kulübeleri de derlerdi. Sigara, gazete, pul satarlardı. Bir de A4 kağıt. Onlara bırakıyorduk, sevildi. Şaşılacak bir şey, ikinci sayıya şiirler yağmaya başladı. Posta kutusunu açıyorum, bir sürü zarf içinde şiirler. Yalnız İstanbul’dan değil Ankara’dan, İlhan Geçer. Sonradan ünlü olmuş şairlerden. Zeki Müren bir dergiye şiir gönderir mi? O da gönderdi. Ve ben şiir değeri biraz zayıf diye basmadım. Ama el yazısı ile yazmış, hatıra olarak sakladım. Rejisör Orhan Arıburnu dahil, Mahmut Alptekin, Sabri Kuru, Günel Altıntaş, birkaç yıl sonra Türkiye’nin de tanıdığı, kitaplarının yayımlandığı şairler bize şiirler göndermeye başladı. Haftada bir gidiyorum posta kutusuna bir sürü şiir… Gelen bütün şiirler arasından seçmeler yapıyordum. Başyazı yazıyordum. “Şiire, Edebiyata, Estetiğe Dair” diye. Artık nasıl yazıyorsam, delikanlı aklı ve heyecanıyla. Tutuldu. Biz ya yedi ya sekiz sayı çıkarabildik. Paramız bitmişti. Ve ben ne zaman posta kutusunu açsam yine hep yayımlanabilir umuduyla şiir vardı… Merak uyandırmıştı. Okunuyordu, takip ediliyordu. İlk maceramız böyle başladı, yazıp çizmeyle, matbaayla, mürekkeple, kâğıtla… Sonra “Saygı” diye bir dergi çıkardık. Selim Sabit diye bir arkadaşım vardı. Hayri diye aktör bir arkadaşımız vardı. Üçümüz çıkartırdık. Yanında “Saygı Yayınları” da yaptık. Birkaç kitap da yayınladık. Sonra bitti.

Şimdi biri çıksa, şu iş hanını bağışlıyorum. Türkiye’nin en güzel, en kaliteli, en okunası dergisini çıkarın, dese. O iş hanının geliri ile yılın romanı, yılın şiiri, yılın hikâyesi diye ödüller versek ve her ödül en az iki milyon lira olsa. Ev de alabilsin, araba da alabilsin, çocuklarını da everebilsin. Böyle bir hayal kurarım.

Bu hayaller devam ediyor mu?

-Evet. Bu aralar dostlara söylüyorum. Adı “Öfke” olsun. Nasıl yani diyorlar. Şiir tenkidi, hikâye tenkidi, roman tenkidi, film tenkidi, şehir tenkidi, park tenkidi… Bütün nerede eksiklik görüyorsak tenkid. Ama nasıl olması gerektiğini de yazmak gerekiyor. Övülmesi gereken yerler varsa onları da övmek. Her şeye öfkelenen bir gurup ama bu gurup işinin uzmanı olacak. Mesela tiyatroyu eleştiren kişi tiyatrodan anlayacak. Rejiden, senaryodan, ışıktan, seyirciden… Yani konudan anlayacak. Ha bu öfkelenmişse haklıdır, diyecekler. Bir “Öfke” dergisi çıkaralım, deyip duruyorum. Bu “Öfke” dergisi en az elli bin satar. Bir gazetenin sponsor olması lazım. Aylık çıkacak, kalın olacak, adı “Öfke” olacak. Ve imzalar da profesyonelce yazacaklar orada. Onlara da para verilecek. Mesela bir yazı yazacak bin lirasını da alacak mesela.

Sizin bir kafe hayaliniz de vardı sanki…

-O sadece bir kafe değil aslında. Beş altı dönümlük bir arsa. İstanbul’a arabayla otuz beş kırk dakika mesafede olacak. Adı da “Dünyanın Öbür Ucu.” Üç büyük salon olacak. Bir salon gündüzleri resim galerisi, geceleri musiki ziyafeti. Klasik Türk Musikisi, Itrî’den, Meragi’den, Dede Efendi’den gelen sevimli müzikler. Bir de seminerler yapılacak. Bir büyük salon yemekhane olacak. Bu küçük çiftliğin yanında iki üç inek, yirmi otuz tavuk. Yumurta, yağ, peynir bizden olacak. Bir köylü aile –maaşlı- bunlardan süt yapacak, ayran yapacak, yoğurt, peynir yapacak. Ve yemekhanede şairler, senaristler, romancılar, hikâyeciler olacak. Üçüncü salonda da nişan, nikâh, düğün olacak. “Nerde evlendiniz?  Dünyanın Öbür Ucu’nda. Hadi bu hafta Dünyanın Öbür Ucu’na gidelim” diyecekler. Olabilir. Birinin aklına yatarsa çok da kazanır. Hem orası da mektep gibi olur. Yazarlarla, şairlerle olan gençler de hem bir şeyler öğrenir, değil mi? Hayat hikâyelerini öğrenirler. Günlük sorular sorarlar. Çok verimli olur. Dil konuşulur, tarih konuşulur, edep konuşulur, âdâb-ı muaşeret konuşulur. İki yüzer metrekarelik üç salon. Yıldız şeklinde. Aralara yeşillikler, çiçekler olacak. Giderken “Dünyanın Öbür Ucu’na gider.” levhası. “Dünyanın Öbür Ucu’na beş yüz metre.” “Dünyanın Öbür Ucu’na hoş geldiniz.” Gibi karşılamalar.

GÜRBÜZ AZAK KİMDİR?

5 Temmuz 1938’de Denizli’nin Acıpayam ilçesinde 1938’de dünyaya gelen Gürbüz Azak, Denizli Lisesi ve Güzel Sanatlar Akademisi yüksek mimarlık bölümünü bitirdi. 1961’de Hür Vatan gazetesinde grafiker olarak gazeteciliğe başlayan Azak, Gazeteciliğini Yeni İstanbul (1962-1965) ve Babıâli’de Sabah (1965-1969) gazetelerinde devam ettirdi. 1969-1974 ve 1980-1984 yılları arasında serbest ressam olarak çalıştı. Yeni Asya gazetesinin genel yayın müdürlüğünü (1974-1977) ve Tercüman gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yürüttü. 1984’ten sonra Türkiye gazetesinde günlük fıkralar yazdı.

Şiir ve denemeleri Nasır, Şiir, Saygı Edebiyat, Türk Edebiyatı, Köprü, Doğuş dergilerinde çıktı. Yazılarında Nedim Gürbüz, Oğuz Akalan, Aliş gibi müstear adlar da kullandı.

Hikâyeleri: Reis Ne Almış (Mizahî hikâyeleri, Nedim Gürbüz imzasıyla, 1978). Romanı: Kırksekiz Kırkdokuz Elli (1997). Denemeleri: Dostlara Mektup (N. Gürbüz imzasıyla, 1977), Sizi Biri Arıyor (1986), Atlar Hazır mı? (1990), Kaybolan Kuyruk (Mizahî yazıları, 1997). Hatıraları: Güzel İnsanlar (1993), Meşhurları İlk Görüşüm (1997), Gazeteci Milleti (1997). İncelemesi: Anadolu Cayır Cayır (Osmanlı devri isyanları, 1978), Ben Adnan Menderes (1997). Folklor derlemesi: Türk Motifleri (1985). Senaryosu: Deli Balta.

Azak, 1985’te Yılın Ressamı (İnanç Sanat Dergisi), 1991’de Basında Üstün Hizmet Armağanı, (Denbir Vakfı) 1994’te Yılın Yazarı (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti) 1994’te Özel Başarı (Babıali Ressamları Derneği), 1998’de Mevlana (Kombassan Vakfı), 2010’da Yılın Romancısı (Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Merkezi) 2012’de Burhan Felek Basın Hizmet (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti), 2012’de Babıali’de 50. Yıl Altın (İstanbul Gazeteciler Derneği), 2021’de Edebiyat (Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri) ödüllerine layık görüldü.

12.10.2022

https://www.istiklal.com.tr/haber/yazar-bu-yurdun-nuktelerini-yol-gostericilerini-erenlerini-bilmek-zorundadir/716365

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir