SIKI bir arkadaşlığımız vardı. Neredeyse günün her anını birlikte yaşardık. Aynı şeylere güler yine benzer hususlara tepki gösterirdik. Çok kere bizi kardeş zannedenler olmuştu ve biz bunu hiç bozmamıştık. Çünkü bizde kendimizi böyle görüyorduk.
Sonra mı?
Ayrı şehirlerdeydik. Haberdardık hep, yazıyorduk birbirimize. En eğlenceli işimiz birbirimize gönderdiğimiz mektuplar olmuştu. Gelişi ayrı bir heyecan, cevaplaması bambaşka bir lezzetti. Uzun bir süre böyle devam edip gitti.
Hayat gailesi mi desem, beni saran tembellik diyerek mi tarif etsem bilmiyorum ama neticede mektuplar önce seyrekleşti ve sonrasında da kesildi.
Muhabbetimiz tamdı. Orada bir nâkıslık yaşamadık şükürler olsun.
Ben taşradaydım, o ise şehirde yaşıyordu. Benim çevrem ve ilgilerim sınırlıydı, onunsa giderek artıyordu. Bunu son mektuplarında çok bariz şekilde hissetmiştim zaten. Çok cebelleştim. Kavga ettim. Kendi yüzümü, gözümü yırttım.
Zamanla bir kaosun içine yuvarlandım ve biriktirdiğim kızgınlıkları ona yöneltmeye başladım. Oturdum uzunca bir mektup yazdım. Halimi açıkça anlattım. Özlemimi, takdirimi, tenkidimi, kızgınlıklarımı, kırgınlıklarımı, hepsini tek tek sıraladım. Bir çığlıktı bu.
Kısa bir süre sonra gelen cevabi mektupta teşhis konulmuştu.
Aramıza zaman ve mekân farkı girmişti. Hissedişimiz ve buna bağlı olarak dilimiz değişmişti.
Doğruydu, belki de benim mektupları cevapsız bırakmamın bir sebebi de buydu.
Onun okuma, düşünme ve bir tefekkür etme denizi vardı. Benimki bir göletten öteye geçememişti.
Buna bağlı olarak içimde engel olamadığım büyüyen bir boşluk veya açlık vardı.
Ve bu telafi edilebilir görünmüyordu!
11.07.2019