SERT bakıyordu. Herkesle ve her şeyle kavgalıydı. Sessizce söylenmiş bir kelimesi bile yoktu. Hep üst perdeden konuşurdu. Kendisini yukarıların yukarısında başkalarını aşağıların en aşağısında görürdü. Yaratılmış olan ne varsa hepsinin itirazsız kendisinin emrinde olmasını itaatte en küçük bir kusur göstermemelerini isterdi. Yine de öfkesinden kurtulamazlardı. Yürürken yerleri titretirdi. Ormanda yürüse çam kozalakları dökülürdü adeta. Yanından geçtikleri işi gücü bırakarak ihtiram duruşu göstermezlerse o sırada ne yapacağını bırakın başkasını kendisi bile kestiremezdi.
İçinde öfkeden yanardağlar taşır gibiydi. Bitmeyen bir kızgınlığa sahipti. Onu çocukluğundan tanıyanlar çok haşarı olduğunu teyit ediyorlardı.
Korkusuz görünürdü ama çok korkaktı. Kontrolü o nedenle elden bırakmıyordu. Kendini her an tehlikede görüyordu. Sükûnetle uyunmuş bir gecesi bile olmamıştı. En küçük bir kıpırtıyı düşman hamlesi sanır en ufak bir sesle irkilirdi. Gözleri kan çanağı gibiydi. Gülmekle tanış olmaktan uzak düşeli neredeyse bir ömür olmuştu.
Ne kuşların nağmelerinden zevk duyar ne de bir yemeği sonuna kadar lezzetle yerdi. Bir ağaca yaslanıp ya da gölgesinde uzanıp uyurken hiç görülmemişti. Ona göre her yanı görünmez düşmanlarla çevrili ve o her daim onlarla cenk halinde olmalıydı.
Sözleri alev saçan, çevresindekileri nara yakan bu adam arkadaşımın amcasıydı. Bir gün onu bir bilgenin huzuruna götürdük. Karşılaşmalarında ilk cümlesi neden bir gazap mahkûmu gibi yaşamaya kendini mecbur ediyorsun oldu.
Gazap mahkûmu. Günlerce çıkmadı zihnimden.
Hangimizin gazabımızın, öfkemizin, hasedimizin, fesadımızın mahkûmu değiliz ki sorusunu sordum kendime. Sormaz olaydım. Günlerce kıvrandım. Bazı sorular kısa olsa da cevabı çok uzun oluyormuş.
27.04.2019