ÖNYARGININ pençesine düşmüştüm. Yargılarımı önyargılarıma göre yapıyordum. Fena da çuvallıyordum elbette. Meseleyi anlamam uzun zaman aldı.
Elimde ölçülebilir, test edilebilir fizik bir veri yoktu. Ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilirdi. Akıl yürütmeyi de sağlıklı yapmadığımdan ya tamamen sezgilerime ya da duyduklarıma dayandırıyordum kararlarımı. Objektif değil tamamen sübjektiftim yani.
Göz ile bakıyordum ama bunun yeterli olmadığını acı tecrübelerle öğrendim. İşin esası gören göz değildi, akıldı. Göz görse bile ilk elden gördüklerime mana yükleyen aklımdı. Düşünen bir kalbi ise henüz devreye alamamıştım. Bu sebeple de özne ile nesne ilişkisi hep problemliydi. Sürekli ayağım takılıp düşüyor çamurlara bulanıyordum.
Ve bunu göremiyordum yaşayan kendim olmasına rağmen.
Olur mu demeyin, oluyor.
Suçlayıcıydı dilim. Herkes kabahatli ama ben daima haklıydım. Hafakanların bastığı bir dönemimdi yine. Yaşadıklarımı baştan sona hiçbir noktasını sansüre tabi tutmadan işleyen bir kalbi olduğuna inandığım yakın bir dostuma anlattım.
Dinledi büyük bir dikkatle ve “Sen algılarını gerçek, zanlarını hakikat olarak görüyorsun. Bu algının bir neticesi olarak da daima başkalarını kusurlu görüyorsun, vazgeç bundan” dedi.
Sarsılmadım desem bu doğru olmaz. Savunma cümlelerim oldu ama işe yaramadı. Kabul ettim ve teslim oldum sonunda.
Üzerinden yıllar geçse de son cümlesi hâlâ zihnimde dipdiri duruyor.
“Hasta olan, ağrı çeken sensin ama ilacı başkasının almasını istiyorsun.”
19.11.2019