KENDİNİ ifade edemezdi. Ne sevilmek istediğini belirtebiliyor ne de sevildiğinde şımarabiliyordu. Oysa içinde zapt edemediği ve sürekli artan bir sevgi cevheri vardı.
Büyükleri ona çocukken çok sevildiğini söylüyorlardı ama o bunu hatırlamıyordu. Belki de yeterli gelmemişti.
Küçükken annesi ona sürekli kırmızı renkte elbiseler giydirirdi. Kıyafetlerini kendi seçmeye başladığında bunları diğer renklerle çeşitlendirmişti ama ağırlık değişmemişti.
Sadece bir fark vardı, o da; ne zaman duygularının bedenine hapsolduğunu hissetse kırmızı kıyafetlere bürünür kırlara çıkardı. Bunu tabiatla bütünleşmek olarak yorumluyordu. “Ben kırmızı, o yeşil” diyordu. Bu arada mavinin hakkını yediğini düşünmeyin zira ona da hatırı sayılır seviyede değer veriyordu.
İki yakın arkadaşı dışında bu duygu durumunu bilen yoktu, gerekmezdi de zaten.
Yine kırmızılara belenmiş bir şekilde ormana gitmişti. “İyi giden ne var hayatımda?” sorusuna cevap arıyordu. Bedenine sıkışmış duygularını bu şekilde dışarıya çıkarıyordu.
Ne kadar bu duygularla gezdiğini hatırlamadığı bir sırada yeşil çıktı karşısına…
“Ben aradığın yeşilim” demiş elinde tarladan koparıp getirdiği kırmızı gelinciği mahcup bir eda ile eller arasına sıkıştırıp kaybolmuştu.
Bedeninde hapis hayatı yaşayan tüm güzel duygular birden kapağı açılan kavanozdan fırlar gibi çıkmış kendini rahatlamış hissediyordu.
Dili “Ben kırmızı, o yeşil” cümlesini tekrarlıyordu sürekli.
Uyandığında başucunda annesi vardı. “Ne oldu evladım, kırmızı kim, yeşil kim?” diye sordu merakla…
Yine anlatamadı. Sadece “Bedenime hapsettiğim duyguları dışarı bıraktım anne” diyebildi sadece.
Yalnız kaldığında kendine sorduğu soru şu oldu: “Kırmızı benim ama yeşil kim?
25.03.2020