Bir Yazar Kendine Acıyamaz

UĞUR CANBOLAT

Faruk Yılmazer kendine acımayanlardan.

Gayrete tâlip olan bir ehl-i kalem.

1974 İstanbul doğumlu. Aslen Kastamonu Abana’lı. 

İçinden geçen hikâyeleri yüreğinde temiz Türkçe ile damıtarak okuyucularına ulaştırıyor.

Mütevazı. Kendi halinde. Sessizliği çok belirgin. Yeteri kadar konuşmak için özenli. Dikkatli ve nazik. Vara yoğa pek karışmaz gibi görünür ama o bu hâliyle gönül dünyasında belki de yeni bir hikâye inşa etmenin çabasında. Kim bilir temelini atmış olduğu kurguyu yükseltme gayretinde. Yani her daim faaliyet halinde.

Görünür olmak için bir çaba içine girmiyor ama kendi kozasını örmenin her daim derdinde.

Söz söylemek istiyor.

Güzel cümleler kurmanın ateşini içine salmış.

Bu cümlelerin kalıcı olabilmesi için sahici olmaktan ödün vermiyor.

Popüler olmayı değil doğruyu en doğru biçimde söylemeyi ilke edinmiş.

Benim nazarımda o, kötülükleri azaltıp iyilikleri çoğaltmak için dünyayı sırtlamış bir yiğit.

Ürünlerini Halk Edebiyatı ile Diksiyon ve Edebiyat gibi dergilerde paylaşıyor.

Nafakasını ise bir ithalat firmasında depo sorumlusu olarak çalışıp kazanıyor.

Bugün siz değerli istiklal Gazetesi okuyucuları ile bu tenha yazarı tanıştırmak istedim.

Kesinlikle memnun kalacaksınız.

UĞUR CANBOLAT

___

Size göre yazmanın anlamı nedir?

-“Oku” emriyle erken yaşta muhatap etti çok şükür bizi Mevla.  O kadar ki, yaşıtlarım henüz ilkokula başlamamışken, ben günlük gazeteleri takip ediyordum. Malumunuz, ilk emrin ardından gelen âyetlerde “Kalemle yazmayı öğretti.” buyrulur yüce kitabımızda. Dolayısıyla yazmak, okumaktan sonra gelen doğal bir eylemdir. Her okuyan yazar mı? Evet, bana göre her okuyan yazar. Ama kendine ama topluma fark etmez. Bir de okumaya, hayatının hangi zaman diliminde başlandığı kanaatime göre çok önemli tabi.

Yazmayı hobi olarak görmek mümkün müdür?

– Çoğunlukla asıl uğraşımızın dışında bir fiil olduğu için, işin başında hobi olarak tanımlanabilir elbette. Lakin zaman içerisinde oyalayıcı, dinlendirici özelliğini yitirerek yaşam biçimine dönüştüğünden son tahlilde farklı bir yöne evrilir… Yani bu fiilin hangi aşamasında olduğunuzla alakalı aslında…

Yani bir disiplin gerektiriyor o halde?

– Kesinlikle öyle. Önce bir sahih okuma disiplini. Boş zamanlara münhasır kılınmayan, bilinç halinde, notlar alarak, hatta zaman zaman geri dönüşler yapılan ve muhakkak notlar alınan bir okuma eylemi olmalıdır. Kısacası sağlıklı bir zihni beslenme şarttır. Bu beslenme bir yanıyla asla doyuma ulaşılamayan bir beslenme biçimidir. Okudukça açlığınızı daha net ve fazla hissettiğiniz bir eylem biçimidir okumak. Yorgun, argın, dikkatsiz ve zihnen dağınık olunduğu vakitlerle yapılabilen bir faaliyet değildir. Yani okumak boş zamanlarda değil özellikle boşaltılmış zamanlarda şuurla yapılmalıdır. “Boş zamanlarımda okuyorum” klişesi anlamsızdır. İnanmış ve hedefler koymuş bir bireyin boş vakti olmaz, olmamalıdır. Yazma faaliyeti de bunun gibidir. Ciddiyet ister. Emek gerektirir. Yazdıklarınızı beğenmeyip atabilme cesareti ve yeniden daha iyisini yazabilme iradesi ister. Bu sebeple bir disiplin muhakkak olmalıdır.

O zaman yazar biraz da kendini hırpalayandır diyebilir miyiz?

– Evet, kesinlikle böyledir. Ciddi ve kalıcı ürünler vermek isteyen bir yazar kendine acıyamaz, acımamalıdır. Teraziye yani okuyucu önüne çıkmadan evvel kendini yorar, hırpalar. Yazar kendine acıyıp henüz olgunlaşmamış ürününü kutsamaya başlarsa geleceğe söz söyleyemez. Sonraki zamanlara cümleler bırakamaz.

Yani yazar yorulmaz mı?

-Hayır, yorulur elbette. Zaten bunu göze alarak yazı yolculuğuna çıkar. Ama bunu kabullenmez, içselleştirmez. Kendine yorulma fikrini yasak eder. Kalıcı eserleri ancak bu şekilde üretebilir.

Sizi hikâye yazmaya iten sebepler nelerdir?

– Zamanı da içine katarsak, sadece dört boyutunun farkına varabildiğimiz bir kâinatın içinde yaşam sürüyoruz. Hâlbuki pek çok âlem var ve biz farkına varamasak da çoğu iç içe geçmiş durumda. Tâbiri caizse zerreden, küll’e, tabaka tabaka… Ben, kitapları o âlemlerden bir cüz olarak görüyorum. Okumak, yolculuk… Yazmak; müsaade edilen ölçüde, gideceğimiz mekânın inşasını kendi ellerimizle örmek. Kapının ve yolun bizzat kendileri de dâhil. İnşa sürecinin bir romana göre daha kısa sürmesi ve dahi misafirlerin ziyaret sürelerini kısa tutma arzusu hikâyeye yönelmemizde etkili olmuş mudur? Mutlaka olmuştur. Fakat benim için asıl önemli olan; hikâye, roman gibi detaylandırılamadığı için boşlukların okuyucu tarafından doldurulması arzusu… Böylece, okuyucu sayısınca çeşitlenmesi, bereketlenmesi… Hikâyenin, daha bir bizden olması da yadsınamayacak bir gerçek…

Nasıl doğuyor hikâyeleriniz? Önce içinizde mi yazılıyor?

-Her hikâyenin farklı bir doğum sancısı var. Kimi zaman başımızdan geçen yahut bir başkasının başından geçtiğine şahit olduğumuz bir olay… Kimi zaman güncel bir mesele… Korana salgını döneminde, salgınla ilgili birkaç farklı hikâye kaleme almıştım mesela. Bazen sohbet esnasında kurulan bir cümle… Bir kelime… Başkasının ilgisini çekmeyecek bir hareket… Birlikte bulunduğumuz bir sohbet meclisinde, dinleyicilerden birinin elindeki çalgı âletine sizin isim koymanız “Üç Muharrir” isimli romanımızın doğuşuna vesile olmuştur örneğin. Sorunuza dönersem evet, hikâyeler önce içimizde yazılıyor. Her ayrıntısını kafamın içinde tekrar tekrar yaşamadığım bir hikâyeyi kaleme almadım henüz.

Hikâyelerinizde derin bir gözlemin izleri seziliyor…

– Gözlem, edebi eserlerin olmazsa olmazı. Karakter oluştururken, esinlendiğim kişinin hal ve hareketleri…  Toplumu ilgilendiren bir olaysa, toplumun olaya bakış açısı…  Bunlar, rahat empati kurabilmenize ve o yolda ilerleyebilmenize olanak sağlıyor. Çoğu zaman da, doğal olarak defalarca gözlemlenmiş bir durum hikâyede kendine yer buluyor. Beklenmedik tepkileri olduğundan en şaşırtıcı ve en hoş olanlar da çocuklar ile hayvanları gözlemlemek. Zor ama keyif verici bir süreç.

Sizin tercihiniz hikâyelerin kısa olması mı, eğer öyleyse bu özel bir tercih mi?

-Kendi adıma, yazdığım hikâyelerin çok kısa olmasını tercih etmiyorum. Bunun iki nedeni var. Birincisi; bir yapı inşa ediyorsam eğer birkaç duyuya birden hitap edebilecek kadar detayı olmalı. Elbette hızlı trenle geçerken doğayı seyretmek de güzeldir lakin kısa da olsa mola vererek o güzelliği ciğerlere çekmek, geziyi daha unutulmaz kılar. İkinci sebep; yazdığım hikâyelerin çoğunun içine başka hikâyeler gizlemek. Hikâye içinde hikâye anlatmak yani. Okuyucuyu düşündürecek, araştırmaya sürükleyecek kıvamda. Bunu da kısa hikâyede yapabilmek pek mümkün olmuyor.

Durum hikâyeleri denebilir mi sizin metinlerinize ya da siz nasıl adlandırıyorsunuz?

-Nadir de olsa yazmış olduğum durum hikâyeleri var. Fakat benim hikâyelerim çoğu zaman olay hikâyeleridir. Olay örgüsü, kişi, zaman ve mekân derken; yazdıklarımın, kimi zaman uzun hikâyeyi aşıp kısa roman kıvamına gelmişliği çoktur.

Bir araya gelip hikâyenizi tartıştığınız edebiyat ortamları var mı?

– Bu soruya “Vardı.” diyebilirim sadece. Sadece benim değil, edebiyata gönül vermiş pek çok dostumuzun düzenli olarak takip ettiği etkinlikler, buluşma, tartışma mekânlarımız vardı. Korona salgınının peşi sıra getirdiği kısıtlamalar artık geçerli olmasa da, aynı ortamları yeniden oluşturabilmek pek mümkün olmadı henüz.

İstanbul’da yaşıyor olmanız hikâyelerinize nasıl yansıyor?

– Kimine göre, bir taşına bir ülke feda… Kimine göre, bin kocadan arta kalan el değmemiş dul: İstanbul

“Gecesi sümbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul…” diyor üstad Necip Fazıl.

İstanbul, bizi hikâye hikâye besleyen, bitip tükenmeyen bir kaynak. Rabbim, ağlayanının dahi bahtiyar olduğu bu mübarek beldeden bizi ayırmasın.

Sizi çok hüzünlendiren ve gözlerinizi yaşartan sahneler hikâyelerinize gelip nasıl yerleşiyorlar?

– Benim hikâyelerimin değişmez kuralı mutlu sonla bitmeleridir. Hüznü, kendi gönül imbiğinde damıtmadan sayfaya düşürmem genelde. Ya akmadan öncesidir anlattığım yahut kuruduktan sonrası. Ekleyen olmamaya gayret ederim.

Sokakta yaşayan hayvanlar örneğin kedi ve köpekler metinlerinize sızar mı?

– Sınıflandırmalara çok sıcak bakan biri değilim lakin insanların kedi sevenler ve köpek sevenler diye ikiye ayrıldığı konusunda yapılan ayrım istisna. Ben kedi severim ve bazı hikâyelerime değil sızmak başrolü kaptıkları olmuştur. Bu köpekleri yahut diğer hayvanları sevmediğim anlamına gelmiyor. Onları biraz daha uzaktan seviyorum ama kediler benim için çok özel.

Yine garibanlar, mesela kağıt toplayan kişiler de hikâyelerinizde yer buluyor mu?

– Elbette. Yazmış olduğum hikâyelerin çoğu kurgusal olsa da, hayatın gerçeklerinden esinlenerek kaleme alınmış eserler. Bir holding sahibi nasıl hayatın gerçeğiyse, kağıt toplayıcılarda hayatın bir gerçeği. Fark yok. İnsan, her hayat koşulunda insan. Yalnızca hikâyemdeki karakter olarak değil, bir kağıt toplayıcısının kendi hikâyesini yazdım ve hatta devam hikâyesini…

Hikâyelerinizde duru, damıtılmış bir dil kullanıyorsunuz? Bu anlaşılmayı öncelediğiniz anlamına mı geliyor?

– Anlaşılması zor, ağdalı bir dil kullanmak okuyucuyu yorduğu kadar okumaktan da uzaklaştırır. Böyle olursa da, yazdıklarımız kendimize anlattığımız masallar olur ancak. Bizden olanı, bizim dilimizde anlatmaya çabalıyorum. Anlaşılmak önemli tabi. Ve dilimizin bozulmamasına özen göstermek.

Hikâyelerin uyuyanı uyandırma gibi bir işlevi var mı?

– Olmalı. Neticede yaşanmış yahut yaşanması muhtemel bir olay, bir tecrübe var ortada. Ekmek kırıntısı gibi değil, çakıl taşı gibi olmalı. Unutulanı hatırlatmalı. Unutulmaması gerekeni tekrarlamalı. Dönemine ışık tutmalı, kültürüne ayna olmalı. Yolcunun ne yöne gideceğine karışamasa da, pusula hep aynı yönü göstermeli. Şimdiki zamanda da… Gelecekte de.

Bir hikâye okuyucusuyla buluşmak için sizde ne kadar bekliyor?

– Her çayın demlenme süresi farklıdır malum. Hikâyelerde öyle. Hafta, ay, yıl… Ama muhakkak bekler. Beklemeli.

Nerelerde yayınlamayı tercih ediyorsunuz?

– Yazmış olduğum hikâyeleri çoğunlukla Edebiyat Dergilerinde ve kendime ait bloğumda paylaşıyorum.

Kitaplaşan hikâyeleriniz var mı?

“Kabul Saati” isimli, dokuz farklı hikâyeden oluşan bir hikâye kitabım ve  “Üç Muharrir” isimli bir romanım var.

Hikâye doğuya, roman batıya ait fikrine katılır mısınız?

– Gezgin hikâyeciler, âlimler, tasavvufçular… Doğu toplumlarında hikâye damarı kuvvetlidir ve eskiye uzanır. Halk, hikâyeyle iç içe bir hayat sürer… Âşık olur, inanır, sever… Ve yine bunları hikâyeler yoluyla gelecek kuşaklara aktarırdı. Roman ise, Tanzimat’la başlayan batılılaşma sürecinin bir parçası olarak edebiyatımıza girmiştir. Aidiyeti başlangıç tarihiyle belirleyeceksek hikâye Doğu’nun, roman Batı’nın. Lakin bu bizim, hikâye yazdığımız zaman Doğu’lu, roman yazdığımız zaman Batı’lı olduğumuz anlamına gelmez. Bu dünya, bizim memleket… Nefes sayısınca…

Son olarak zihninizin tezgâhında ne var?            

– Henüz fikir aşamasında olsa da, önce bilim kurgu ağırlıklı bir roman yazmak ve sonrasında bunu senaryolaştırmak istiyorum. Görelim Mevlam neyler? Neylerse güzel eyler.

03.05.2023

https://www.istiklal.com.tr/haber/bir-yazar-kendine-aciyamaz/757684

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir