İslâm Aydını Diriliş Düşüncesinin Çok Uzağında
Kendisini “Diriliş Eri” olarak tanımlayan şair ve mütefekkir Sezai Karakoç’u harekete geçiren ideali ve düşünce ufku neydi? Mücadelesi ne içindi? Neden fotoğraf çektirmiyordu, münzevi olmasının ardında hangi gerekçeler yer alıyordu, şöhrete karşı nasıl direniyordu, törenlere neden katılmıyordu, Necip Fazıl ile küs müydü, Yedi Güzel Adam’la neden mesafeliydi, aydınlarımız kendisini yeterince anlamış mıydı gibi zihnimde cevap bulmaya çalıştığım sorular vardı. Çok yönlü bir şair ve mütefekkir olan üstadla ilgili suallerimizi ancak kendisiyle yol yürümüş, üzerinde çalışmalar yapmış araştırmacı yazar Dr. Şakir Diclehan cevaplandırabilir fikriyle kapısını çaldım.
Yanılmamışım. Bu kıymetli söyleşiyi siz değerli İstiklal Gazetesi okuyucularına hürmetle arz ediyorum.
___
Sezai Karakoç Kimdir?
-Düşüncesi, yaşam tarzı, dik duruşu, makam ve mevkii elinin tersiyle itmesi ve son nefesini verdiği ana kadar kimseye ihtiyaç duymaksızın sade bir hayat sürmesiyle temayüz ederek başarılar elde eden ender sanatkârlardan biridir Sezai Karakoç. Cumhuriyetin 10. Yıldönümünde, “Eskiyi unut, yeni yolu tut” nakaratları ve “On yılda on milyon genç yarattık yeni baştan” marşları söylenen bir dönemde, bu dünyaya gözlerini açar. Dışta, Hitler’in iktidara geçtiği, içte de artık Cumhuriyetin ve devrimlerinin yerleşmiş kabul edildiği bir yıl. Edebiyat Dünyasında da Ahmet Haşim’in öldüğü ve miladi hesaplamalara göre 1933 yılı…
Hercümerç yılları yani bir nevi…
-Evet. Yıkılmış ve yeniden doğmaya çalışan bir toplumun, yeniden yapılan bir şehrin, savaşın, siyasi, sosyal ve ekonomik yıkıntıları içinde doğrulmaya çalışan bir ailenin, Zülküfül Dağı eteğindeki küçük bir kasabada (Ergani), Eskilerin “Gülan” dediği, Mayıs ayı başlarında dünyaya gelir… Bu geliş, dört yıkılmışlık içinde bir dünyaya geliştir…
Nedir tam olarak bu dört yıkılmışlık?
-Evet, dört yıkılmışlık içinden dünyaya gelir Sezai Karakoç… Biri, Çağın Yıkılışıdır… İki Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında doğan bir kuşaktan… İkincisi, ülkemizin, milletimizin ve toplumumuzun yıkılışıdır… Üçüncü yıkım, doğduğu şehrin, yani Ergani’nin yıkımıdır.
Ergani, Çayönü arkeolojik kazılarının da ortaya koyduğu gibi, dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biridir. Mezopotamya Medeniyetinin bütün verimiyle odak haline gelen bir yer… Dördüncü yıkılmışlık ise, biraz üç yıkılmışlığın, çağ yıkılmışlığının, ülke yıkılmışlığının ve şehir yıkılmışlığın sonucu olarak, birçok aile gibi, kendi ailesinin, geçirdiği krizlerle çalkalanışının doğurduğu yıkılmışlık…
Sezai, Emine Hanım ve Yasin Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ailesi ona “Muhammed Sezai” adını verir. Ancak bu isim, Nüfus Müdürlüğü’nde yaşanan bir yanlışlık neticesinde “Ahmet Sezai” olarak kayıtlara geçer…
Tahsili de tek bir yerde değil sanırım…
-Evet, öyle. Ergani’deki ilkokuldan sonra ortaokulu Maraş’ta, liseyi de Gaziantep’te yatılı olarak okuyan Karakoç Mülkiyeye de (yeni adıyla Siyasal Bilgiler Fakültesi) Ankara’da devam eder ve bu fakülteden 1955 yılında mezun olduktan sonra, Maliye Bakanlığı’nda çalışmaya başlar. Aralıklı çalışma ve istifalardan sonra, hayatının sonuna kadar kendisini “Diriliş” düşüncesine verir.
Sizin Sezai Karakoç ile olan yol yürüyüşünüz ne zaman başladı ve nasıl sürdü?
-Taşrada liseyi bitiren her gencin kalbinde bir üniversiteye kayıt olup bitirme hayali vardır her zaman. Bizim de gönlümüzde İstanbul’a gelip üniversiteyi bitirmek hülyası vardı. Bu güzel şehre gelmeden önce Ömer Faruk Turgut adında, aslen Çermikli bir ilkokul hocasının bize bir tavsiyesi vardı. İstanbul’a gidince, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’u ziyaret edip onlarla tanışmak… 1967 yılının ilk Ramazan bayramının sabahında, önce üstat Necip Fazıl’ı ziyaret etmiş, öğlenden sonra da Sultan Ahmet semtindeki Sezai Bey’in evine gitmek üzere yola çıkmıştık. Evin kapısı açılmayınca dönmek üzere iken kıvırcık saçlı, kalın gözlüklü ve esmer tenli birisini karşımızda görmüş ve o kişinin Sezai Karakoç olduğunu anlamıştık. Buyur ettikten sonra içeriye girdik ve sohbet esnasında kapının geç açılma nedenini sormuştuk. “İslam’ın Dirilişi” isimli kitabının toplatılmasına karar verildiğini ve gelenlerin acaba polis mi diye şüphelendiğini ve bu nedenle de kapıyı geç açtığını söylemişti bize… Bu tanışıklık ve yakınlık, vefatına kadar sürdü. Ruhunu Allah’a teslim ettiği günden bir gün öncesine kadar yarım saatlik bir telefon konuşmasıyla noktalanmış oldu…
1980 yılında “Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç” isimli eserim, ilk yazılan eser özelliğini korur ve daha sonra hakkında üç eser yazmakla hayatta iken bir şair ve yazar hakkındaki görevimi yerine getirmenin mutluluğunu tattım.
Sezai Beyin münzeviliğini nasıl yorumluyorsunuz?
-Tarihte, büyük insanların “Nefis muhasebesi” diye adlandırdıkları ve iç dünyalarına çekilme şeklinde gerçekleştirdikleri bazı durumları vardır. Sezai Bey de bunlardan biridir. Aslında kendisi, içe kapanık bir insandı. Ancak büyük düşünürlere özgü bir şekilde hep düşünür ve meseleler karşısında çözüm yolları için kafa yorardı. Münzeviliği, insanlardan kaçış şeklinde değil, İslam dünyasının problemlerine eğilen ve bunların çözümleri için içe çekilen bir münzevilikti.
Neden fotoğraf vermek ve görünür olmak gibi hususlardan uzak duruyordu?
-Sezai Bey, mümkün mertebe resim çektirmeğe uzak durmaktaydı. Hatta bu konuda şöyle bir tespiti de vardı. “Muhyiddin-i Arabi hazretleri, tasvir edilen kişilerin ahirette canlanarak ressamlarından davacı olacaklarını söyler. Hatıralarını yazanlardan ise, kendisinden bahsedilenler mi, yoksa edilmeyenler mi ötede davacı olurlar diye düşünmekten kendimi alamıyorum.” derdi Karakoç. Daha genç yaşlarda iken antoloji hazırlayan birisinin kendisiyle ilgili ilginç bir fotoğraf isteme olayı vardır. “Henüz Tıbbiyede öğrenci olan Hüseyin Karakan, Dünya Şiiri Antolojisi, Türk Şiiri Antolojisi gibi derlemeler yapıyordu. Benden de şiirler ve çevirileri almıştı antolojilerine. Bir gün Baylan’da benden fotoğraf istedi. Ben, fotoğraf vermek istemediğimi söyledim. Bu kez, Fazıl Hüsnü’den istedi. O da: “Ben fotoğraf çektirmem. Hatta benim bu konuda bir şiirim vardır. Bilmiyor musun?” deyince Hüseyin, biraz da haklı olarak bize kızdı.
Necip Fazı ile olan ilişkilerinin inişli çıkışlı olması doğru mu?
-Doğru değildir. Bu konuda yazdığım “Sezai Karakoç’un Gözüyle NECİP FAZIL KISAKÜREK” isimli eserde, aralarındaki ilişkiyle ilgili olarak çok detaylı bilgi vardır. Üstadı tanıması Ortaokulda iken (1944) Maraş’ta gördüğü Büyük Doğu afişiyle başlar ve hayatı boyunca sürer, ölümü üzerine yazdığı “Göklerin Çektiği Kartal” başlıklı yazısıyla bu beraberlik noktalanır. Necip Fazıl gibi büyük bir insanın kapris ve azarlamalarına dayanmak, her babayiğidin kârı değildir. Sezai Bey’i Sezai yapan biraz da bu tahammül gösterme ve dayanma gücüdür.
Yedi güzel adamın ağabeyiydi denilebilir mi?
-Yedi Güzel Adam’la isminin anılmasından hoşlanmazdı. Yedi Güzel Adam diye anılanlar içinde bazılarına her türlü desteği vermiş, onları işe yerleştirmiş, ancak onlardan beş kişinin Necip Fazıl’a mektup yazarak üstatla yollarını ayırmaları üzerine Karakoç ta bunlarla araya mesafe koymuş, tavrını göstermiş ve hayatının sonuna kadar da -üstadın hatırı için- bu tavrını sürdürmüştü.
Sezai Karakoç’un misyonu nasıl özetlenebilir?
-Bunu, birkaç cümleyle açıklamak mümkün değildir. Ancak bu konuda şunlar söylenebilir. Karakoç, bunun için uygarlık stokundan çok, İslam ruhu, zekâ ve ahlakına, cihat şuuruna, kısacası İslam Ümanizması’na başvurmanın gerekliliğine inanmış biriydi. Her şeyden önce, medeniyeti ilkin medeniyeti yapan insanı, önceki insandan ayıran mantık, düşünüş, duyuş ve vaziyet alış değişikliklerinin yeni bütündeki köklülük ve temelliliği, orijinal yapı ve sesi kastederek “Diriliş” kavramını ortaya atmıştı.
Şair Sezai Karakoç ile mütefekkir Sezai Karakoç’un imtizacı nasıl izah edilebilir?
-Karakoç’un şairlik yünü vardı, bir de düşünce yönü… Şairlik yönü, birçok şairde olduğu gibi hayal dünyasına dayalıydı. Tefekküre dayalı cephesi ise, daha derinlikli, daha kapsamlı, problem ve sorunlara çözüm endekslidir. Bir önemli entelektüel toplantı da bana sorulmuştu, Sezai Karakoç’u tarihteki yerine tam oturtacak olursak, onu nereye ve hangi kategoriye sokacağız. Ben de Karakoç’la ilgili olarak hakkında ilk ve ses getiren bir eser sahibi sıfatıyla cevap verdiğimde, onun şairlik yönü daha baskındır demiştim.
Diriliş Düşüncesi ve mücadelesinin temel ilkeleri nelerdi?
-Diriliş kavramı, Sezai Karakoç’un hemen hemen hayatı boyunca, ele aldığı tüm konuları kapsamakta ve ilk çıkış noktasından vardığı son noktaya kadar ördüğü kozanın temel ve odak noktasıdır Diriliş kavramı. Uzun bir çalışmanın meyvesi olan Hâtıraları’nda, yıkılmışlıklar içinden doğan şair Sezai Karakoç’u, Sezai Karakoç yapan süreçlere, olaylara, etkilere, şahıslara, baskı ve sansürlere, davası ve davasının gayesi olan her şeye “Diriliş” açısından bakar ve bu kavram etrafında dönüp dolaşır.
Sezai Karakoç’un medeniyet tasavvurunun anlaşıldığını düşünüyor musunuz?
-Karakoç’un medeniyet tasavvuru, çok kapsamlı ve oldukça detayları içeren bir tasavvurdur. Mezopotamya Medeniyetinin bütün verimiyle temerküz ettiği bir yer olan Çayönü, dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biridir ve Ergani’nin sınırları içindedir. Bu bölgede hayata gözlerini açan Karakoç, daha ortaokul ve lise çağlarında iken bu kavram üzerinde kafa yormaya başlar. Osmanlı ruhunun, o ruhu meydana getiren İslam ruh ve medeniyetinin eşsizliğinin bilinciyle hareket eder ve bunu gönlüyle de hisseder, ayrıca varoluşumuzun hikmeti gibi görür bu durumu…
Sezai Karakoç’u hangi konularda öncü olarak görüyorsunuz?
-Tarihte bu yaradılış ve yetenekte olan çok az insan vardır. Düşündüklerini yaşayan biri olarak daima öncü alınması gereken biridir Karakoç, özellikle Monna Rosa ile birlikte anılmasına karşın, belki de sanatta hayalini bile kuramadığı o yere geldiğinde, konuyla ilgili olarak hiçbir zaman bir ego taşımamış ve daima mütevazı olmayı tercih etmiştir. Bu nedenle layık görüldüğü ödülleri ret etmiş, layık görülmüş olmanın sadece mutluluğunu yaşamayı tercih etmiştir…
Kendini “Diriliş Eri” olarak tanımlaması sadece tevazu ile izah edilebilir mi?
-Tevazudan öte inandığı bir davaya gönlüyle ve dimağıyla bağlanmış biri olarak Diriliş’e hizmet etmenin tevazu ve mahviyetten geçtiğini göstermek için bu deyimi kullanmış ve bu kulvarda kulaç atanlara önderlik etmiştir. Kendisi, “Şiir üzerine hevesli biri olmadım hiçbir zaman. Şiir yazma bende bir kader hadisesidir. Âdeta ben ondan hep kaçmışımdır, ama o da hep gelip beni yakalamasını bilmiştir. Ben, Sefiller ’in kahramanı Jean Valjan gibi hep kaçmışsam, şiir, o kader mahkûmunun yakasını bırakmayan müfettiş gibi peşimden gelmiştir.” demesi, bir tevazu örneğidir.
Karakoç’un Müslümanları İslami Dirilişe çağırması ne kadar karşılık buldu?
-Sezai Karakoç, 1967 yılında yazdığı “İslam’ın Dirilişi” isimli eserleriyle ortaya çıkarken, İslam’ın bir kere daha insanı çağırdığını dillendirir. “İslâm önce Müslümanı çağıracaktır elbet. O, her şeyden önce, Müslümanın kendine dönmesi için yükseltilmiş bir sestir.” Soruyla ilgili cevabı, yine kendisinden alalım: “Müslüman, İslâm’ı öyle sağ ve diri, canlı yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin.”
Bakalım ve bekleyelim Müslümanlar bu çağrıya cevap verecekler mi?
İslam aydını bu düşünce dirilişine ne kadar itibar etti veya anladı?
-Ülkemizde ve İslam dünyasında gerçek aydın sıkıntısı vardır bugün. Olanları da Diriliş düşüncesinin çok uzağındadırlar. Oysaki Karakoç’un düşünce ve görüşlerine itibar edilseydi, birçok şey değişecek ve halledilecekti. Diriliş, bir ekoldü fakat gelenler daha olgunlaşmadan ayrıldılar bu halkadan ve her biri baş olmak iddiasıyla savruldular. Bu nedenle sabun köpüğü gibi bir süre sonra da yok olup gittiler.
Sanat ve edebiyatta diriliş konusunda gördüğü eksiklikler nelerdi?
-Karakoç’a göre, bir toplumun tarihi, biraz da şairlerinin, musikişinaslarının, hatiplerinin ve tarihçilerinin tarihi demektir. Okullarda edebiyata, özellikle Divan Edebiyatına gereken önem verilmediği için yeni nesiller bu edebiyatın zevkine pek varamıyorlar. O nedenle, edebiyatı her yerde ve her kesimde yeniden layık olduğu yere oturtmak toplumumuzda en keskin bir ihtiyaç haline gelmiştir.
İslam’dan kopuş Sezai Beye göre düşüncenin durdurması ile ilişkilendirilebilir mi?
-Medeniyetlerin de insanlar gibi doğuş, gelişme ve ölümleri vardır. Konuyla ilgili olarak Karakoç, Toynbee’nin görüşleri üzerinde durur ve durdurulmuş medeniyetler tezine sıcak bakar. İslam Medeniyeti ve özellikle Osmanlı Medeniyeti de bu durdurulmuş medeniyetlerden biri olduğuna inanır. Bütün çekilen çileler “Medeniyetin yeniden dirilişi içindir” tezini ortaya atar Karakoç.
Şeytanla, din tanımazlarla ve kötülükle savaş konusunda Sezai Bey nerede duruyor?
-Kaleme aldığı ilk eserinde, yani İslam’ın Dirilişi isimli eserinde, bunlara bir çağrıda bulunur Karakoç: “Din ve Tanrıtanımazlara Çağrı” adı altında “İnsanoğlu, bilimde ve sanatta ilerledikçe, soyut kavramlara ve yaşayışlara daha yaklaşacak ve din ihtiyacı gözle görülür bir hal alacaktır. Bazı ilerlemeler sırasında dinden kopuşlar gibi görülen şey, gerçekte geçicidir ve sadece din buhranının bir anlık enstantanesidir.” der.
Bedir Savaşını model olarak görmesinin anlamı nedir?
-Bedir savaşı, İslam tarihinde galibiyetle biten ilk savaştır. Düşmanın sayıca kat kat üstünlüğüne karşın, bir avuç Müslüman, büyük kahramanlık göstererek galip gelmiş ve savaşta âdeta destan yazmışlardır. Akif’in Çanakkale savaşını anlatırken, “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlıydı” nitelendirmesi de bundan ötürüdür.
Sizin yurt sathında üstadı anlatma gayretiniz var. Nerelere gittiniz?
-Hakkari’den Sinop’a, Mersin’den Edirne’ye kadar, başta üniversiteler olmak üzere, lise, ortaokul, vakıf, dernek ve çeşitli kurumlarda, 60’ya yakın konferans verdim. Amaç, Karakoç’un düşüncelerini merkeze alarak entelektüel, inançlı ve idealist bir nesil, özellikle gençlik yetiştirme amacına yönelikti. Bu tür konuşma ve toplantılar ve oldukça yararlı olduğunu gördüm. Bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim aziz dost…
KUTU İÇİNDE
ŞAKİR DİCLEHAN KİMDİR?
İlkokulu doğduğu nahiyede, ortaöğrenimini Diyarbakır İmam Hatip Okulu ve Ziya Gökâlp Lisesinde tamamladı (1966). İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü (1970) ve bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı Bölümünü bitirdi (1971)
Kırklareli’nin Vize ve Pehlivanköy ilçelerinde vaizlik, müftü vekilliği gibi Diyanet’e bağlı görevlerde bulundu (1971-73). Aynı süre içinde “Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Marifetname” konulu doktora tezi çalışmalarına başladı.
Bir yıl kadar İstanbul Merkez Vaizi (1974) olarak görev yaptıktan sonra açılan sınavı kazanarak ve Danıştay kararıyla İstanbul Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı Bölümü asistanlığına atandı (1975).
Kürsü yönetiminde baş gösteren huzursuzluktan etkilenerek, üniversite senatosu kararıyla asistanlık görevine son verilince ticaret hayatına atıldı (1981).
Yazı çalışmalarına öğrencilik yıllarında başlayan ve ödüller alan Diclehan, 1970’ten sonra inceleme ve araştırma yazılarını Diriliş (1976–77, 1982, 1989), Hakses (1976), Tercüman (1978–79), Millî Gazete (1978–79), Köprü (1979), Islâmî Edebiyat (1988–89) gazete ve dergilerinde yayımladı.
ESERLERİ:
ARAŞTIRMA-İNCELEME:
Beddiüzzaman’ ın Esaret Yolculuğu,
Monna Rosa’dan Leyla İle Mecnun’a,
Sevgi ve Aşk Mimarı Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Ses Getiren Mektupları,
Sezai Karakoç’un Gözüyle Necip Fazıl Kısakürek,
Sanat ve Düşünce Dünyası İçinde Sezai Karakoç,
Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Marifetname,
SADELEŞTİRME:
Hazret-i Ali Divanı (Osmanlıcadan sadeleştirme, 1980),
Çeşitli Yönleriyle Erzurumlu İbrahim Hakkı (Sadeleştirme, 1980),
Kenzü’l Futüh (Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan Sadeleştirme, 1980).
14.09.2022