HAŞARI sayılabilecek bir çocukluğu olmuştu.
Günün neredeyse tamamını evlerinin arka bahçesinde yer alan kuyuya taş atmakla geçiriyordu. Bundan doyumsuz bir zevk aldığı belliydi.
Yorulmuyordu.
Usanmıyordu.
Kimseye aldırmıyordu ve akranlarının oyun dâvetlerini geri çeviriyor mütemadiyen taş atma eylemini sürdürüyordu.
Nasıl bir mekanizmayla dönüştüğünü bilmiyorum ama anlattığına göre yetişkinlik döneminde de bu kuyuya taş atma alışkanlığını çevresindekileri eleştirmek, kıstırmak, hemen her konuda itiraz etmek şeklinde sürdürmüş. Yakın tanıyanlar onu çevresindekilerle mümkün olduğu kadar tanıştırmazlarmış. Zira ilk gördüğü bu kişilerle de anlamsız tartışmalara girer bilmediği konularda cesurca ahkâm kesermiş. Ağzının kalabalık oluşu ve ikna edilme ihtimalinin olmayışı diğer insanların sükûtuna sebep olurmuş. Bu durum ise kendisine münazarayı kazanan, başkalarını ilzam eden bir kişi olarak mutluluk sunarmış.
Yıllar sonra dedesinin çocukluk demlerinde kendisine verdiği bir nasihati hatırlamış. Kendine çekilme, sessizlik dönemi başlamış. Tanıyan herkes hayret etmiş, inanmakta güçlük çekmişler.
Neydi o tavsiyeler diye sordum. Cevapladı.
Evladım demiş, dedesi; kuyuyu taşlama, taş atan kendisine atar. Onun da canı var, acır. Sen bugün bunu hissetmiyor olabilirsin ama bir gün senin de canın acıyacak. O zaman anlayacaksın ki, attığın her taşı kendine atmışsın. Kendini yaralamışsın. Çünkü kuyu sensin. Yapma, taşlama kendini demiş.
Bunu benimle paylaştığında gözlerinden yanaklarına doğru süzülen iki damla gözyaşı da şahit etti duruma. Belli ki, canı yanıyordu.
Anladım ki, kuyuya atılan taşlar kadar kelimelerden oluşan söz taşları da yaralayıcı olabiliyor.
Kızdığımız ayna değil, kendimiziz.
Bir gün anlayacağız.
31.08.2019