GERÇEKLEŞMEYECEK olsa bile hep bunu istemiştim. Haksızlık da etmemeliyim bir yandan. Gerçekleştiği de çok oldu.
Firkatin yakıcı girdabında olduğum demlerde zamanın hızlı akmasını isterdim.
Geçiverse zaman, ah hızla geçiverse derdim.
Bu niyazım yanında bulunduğum vakitlerde tersine dönerdi. Allah’ım geçmesin zaman diyordum, geçmesin.
Uzasın, uzayabildiği kadar.
Gitsin muhabbet gidebildiği kadar. Günler sürsün, geceler sabaha ağsın. Yeniden dönsün çember ve yine bitmesin dilerdim.
Bu duygum böyle devam edip giderdi.
İlla da bir isim koymak gerekmez ama içimden bunu yapmak geliyordu. Vazgeçsem bile tekrar aklıma düşüyordu.
Yine muhabbetin deryalar gibi coşup aktığı, beni içinde güvenli bir kayık gibi salladığı, aldığım hazzı asla tarif edemeyeceğim bir andı.
Bu nerede gerçekleşti derseniz söyleyeceğim şeye inanmayabilirsiniz. Fiziksel olarak bir coğrafyanın küçük mü, küçük bir noktasıydı elbette. Algı olarak ise mekansız bir mekandı.
Zaman mı?
Onu da kolumdaki saat ölçemiyordu.
İşte içimde beliren ve adlandırma konusunda gel gitler yaşadığım bu anın ismi böyle bir yoğunlaşma anında doğdu.
Cennet zamanı deyiverdim buna.
Evet, gurbet yârin olmadığı yerse, cennet zamanı da yâr ile hemdem olunan vakitti.
Fakat neden hızlı akıyordu bu denli?
Neden sonsuza evrilmiyor ve beni yeniden firkatin kucağına atıyordu?
Bunlara henüz bir cevap bulabilmiş değilim.
Kendimi tesellisiz bırakamam yine de. Hem ne zaman bir soru gönlümün çengeline takıldı da cevapsız kaldı ki?
13.10.2018