HAKKIMIZ yok buna incitmeyelim dünyayı dedi nice zaman düşündükten sonra. İncinenin incindiğini bilirsin hem. Benden daha iyi üstelik…
Suyu incitmeyelim… Kaynağından bir billur gibi fışkırarak avuçlarımıza oradan dudaklarımız yoluyla içimizi ferahlatan suyu incitmeyelim.
Su ki, paklar bizi, aklar. Kirlerimizi alır götürür.
Sadece o mu, hayır. Rüzgârı da incitmeyelim. Dalımıza konan serçeyi de, eteğimize oturmuş kediyi de.
Sözü incitmeyelim nazarım sözü. Kelimelerimiz incinmesin.
Ki; o dahi ruhumuzun acısını dindirir, yalnızlığımıza şifadır.
Aydınlatan güneşi, gecemizin neşesi yıldızları incitmeyelim. Şimdi yaslandığımız ağacı, üzerinde oturduğumuz toprağı, üstümüze çektiğimiz yorganı incitmeyelim.
Sütün akını, gecenin karasını, kahvenin tadını, çayın demini, yolun kıvrımlarını, dağın eteklerini incitmeyelim.
Dünyayı incitmeyelim, ukbayı incitmeyim.
Dualarımızı, gözümüzün aydınlığını incitmeyelim.
Etrafındakiler kime söylüyor ki bunları diye bakışıyorlardı sessizliğin ahenginde.
Ben anladım dedi biri içinden, anladım ben ustayı. Dünyayı inciten içindeki dünyaları da incitiyordu. İnsan koskoca bir evreni taşımıyor muydu içinde? Dışını inciten önce içini incitiyordu.
Bu konuşma faslı öylece sürdü gitti. Pek azı kaldı yanında çoğu kalkıp gitmişti.
Şehadet parmağının üstüne konmuş mavi benekli bir kelebek vardı. En çok da o dinliyordu.
06.04.2019