HER yandan yaralanmaktaydı atılan oklar tarafından. Üstelik en acı oklar hiç beklemediği kişilerden gelmekteydi. Bunlar diğerlerine göre ya daha sert atılıyordu ya da kendisi değer verdiği kişilerden gelenleri daha acıtıcı buluyordu.
“Oklanmadık yerim kalmadı” diyordu, “En çok da kalbim hedef alındı…”
Öyle değil midir zaten? Ağyarın attığı taş sineyi yaralamaz ama dost bildiklerinden gelen gül bile onulmaz yaralar açar yüreğinde. Bir de şu var ki, oklar gelmeye başladığında tek kalmazlar tekmili birden hücuma geçerler.
Kalbinden kan sızdığı günlerdi. Ne yaptıysa acısını dindiremedi. Yüreğini soğutacak bir söz arayışındaydı ama bulamamıştı. Girdiği dükkânda sohbet eden iki kişinin sözlerine kulak kesildi. Tam da kendisini ilgilendiren bir içerikteydi konuşmalar. Yaşlı olan zat kendisi gibi yıkılmış görünen gence şöyle diyordu: “Okumak oktan gelir. Sen oka değil okun ucundaki sembollere bak ve bunları okumaya çalış.”
Arkadaşım bu hatırasını aktardığında “Bir dakika” diyerek durmuş “Tekrar eder misin?” diyerek cümleyi not etme ihtiyacı hissetmiştim.
Bizim sadece atılan oklara odaklanmamız ne kadar eksikmiş. O söz oklarının taşıdığı anlamları hiç düşünmüyorduk. Acaba bize ne söylüyor, hangi hususlarda bizi uyandırma potansiyeli taşıyor diye bakamıyorduk.
Oklara bakalım elbette ama sembollerini, içeriklerini de düşünelim. Okları kalbimize fırlatanları görelim fakat attıranı da unutmayalım.
Ayrıca nefsimizin bunları hak etmiş olabileceğini hesap dışı tutmayalım.
Bir de neymiş, “Okumak oktan gelirmiş.”
Bu kadar oklandıktan sonra hala okumayı sökememiş olmamız üzücü değil mi hem?
Oklar hâlâ gelmeye devam ediyorsa bunun bir sebebi de sembolleri okumama ısrarımız olabilir mi?
20.01.2020