Uzun yıllardır tanışırız. Kapadokya Şiir Günleri’nin birinde ortak konuklar arasındaydık. Bir TÜYAP Kitap Fuarı imza senasından sonra da oturup laflamıştık ancak daha sonra farklı illerde olmak ve taşıdığımız sorumlulukların oluşturduğu kısıtlamalar sebebiyle bir araya gelemedik ama uzaktan uzağa takip ettim.
Çocuklar için iman esasları üzerine yazdıkları dikkatimden kaçmadı. Bunları konuşmak istedim söyleşide ama girişte motoru ısıtırken dilimiz başka mevzulara kayıverdi. Güzel de oldu. Yazar Ümmiye Yılmaz’dan “Yalnızlığımı gidermek istemiyorum bilakis onu kucaklayıp ona sımsıkı sarılıp alnından öpmek istiyorum” cümlesi orada söylendi. Şimdi bu güzel röportajla sizleri baş başa bırakıyorum.
UĞUR CANBOLAT
———————–
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı?
-Okumak büyülü bir yolculuk, yazmak ise bu büyülü yolculuğun rotasını kendi öz benliğimizle belirleyebilmek diye düşünüyorum. Zaman içerisinde; kitaplara aşina bir aileden geliyorsanız ve gerçek bir okur-yazarsanız, kitaplara büyük bir muhabbetle bağlıysanız mutlaka ben de yazmalıyım inancını yüreğinizde büyütüyorsunuz zaten.
Benim yazma hayatına başlamam ise biraz farklı, biraz zoraki oldu sanırım. 2007 yılında çalıştığım işyerine arada beni ziyarete gelen bir büyüğüm; haber sitesi kurduğunu ve orada ona yardım edip edemeyeceğimi sordu. Ben o dönemler oldukça yoğun çalışıyordum. Onu da kırmak istemiyordum tabi. Kendisi de o dönem gayet yoğun çalışan bir insandı. Kalemi iyi, gündemden haberdar yapsa yapsa o yapar diye düşünmüştü. Garip gelecek belki sizlere ama ben birilerine yardımcı olmak adına bu işlere girmiş oldum. Yazar olmak ne aklımda ne de kalbimde yoktu. O noktada aslında yazarlık adına beni zorladı. Ben bu sorumluluğu ilk zamanlar kabul etmemiştim o dönemler. Şimdilerde fark ediyorum ki bana farklı bir kapı açıldı. Benim aklımda yoksa ne yazar olmak vardı ne kitap çıkartmak. Ne de edebiyatla hemhal olmak…
O yıllarda yazmış olduğum köşe yazılarım çocuk gelişim makaleleri üzerineydi. Sonra gelen önerilerle dergilerde minik hikâyeler ve denemeler yazmaya başladım. Ardından gelen bir teklifle bir gazetede genel yayın yönetmenliği ve yazı işleri müdürlüğü konumunda çalışmaya başladım. Uzun yıllar gazetede çalışmak bana yazım üstüne çok şey kattı diyebilirim. Peş peşe kitaplarım çıktı. Aslında farkında olmadan kendimi başka bir dünyada buluverdim. Çok fazla kitap okuyordum. Beş yaşından bu yana hâlâ okuyorum. Belki şimdilerde çok iyi bir okur olarak hayatıma devam edebilirdim ama yazar olmam konusunda ismini tek tek sayamayacağım çok insanın katkısı, isteği, temennileri, ısrarları ve baskıları olmuştur. Herkese teşekkür ederim.
Dergilerde yazmanın bir yazar için nasıl bir tecrübe olduğunu anlatırsınız şu hâlde…
-Günümüzde; edebiyat dergilerini aslında takip edenler, okurlardan çok bu işle uğraşan edebiyatçılar diye düşünebiliriz. Üretmiş olduğunuz eserinizle orası sizin görücüye çıktığınız alan bence. Acımasızca eleştirilebilmeye hazırlıklı olmanız gereken bir mecra. Bir değeri varsa avuçları patlarcasına sizi alkışlayıp övgüler de yağdırabilirler. Bence yazar yazdıklarında önceliği kendi fikri ve ruhani düşüncesinde onay vermeli…
Eskiden olsa yaklaşık bir on sene öncesi durum farklıydı. Dergiler aracılığı ile okurlara bilgi aktarımı yapılıyordu. Yazarların sonraki haftalarda yahut aylarda çıkacak yazıları heyecanla takip ediliyordu ve bekleniyordu. Artık okur kalmadı. Herkes yazar, editör, herkes bu işi daha iyi biliyor. Kimse kimsenin sanatına, kelamına, felsefesine ihtiyacı yok.
Köprü dergisi, Sergah, Berceste, Kalemlik, Güneşe Yama dergisi, Kardeş Kalemler, Malatya Objektif ve Kestel Life gibi birçok dergide geçmiş yıllarda yazılarım yayımlandı. En son geçtiğimiz ay Mahperi Edebiyat dergisinde bir denemem yayımlandı. Tecrübe oldu mu edebiyat adına? Merak açısından evet ben de keşke bir dergide yazsaydım merakım kalmadı. Yazar her ortamda yazabilen bir insan olmalı. Lakin ben dergi sektörünün, edebiyat dünyasının en zayıf halkası olduğunu ve yok olmaya yüz tuttuğunu düşünüyorum. Dergiler reklam billboardlarından farklı değiller artık. Maddi olarak kaynağa ihtiyaçları var. Elbette haklılar. Reklam almadan zaten ayakta kalamazlar. Varlık, Zafer, Muhit gibi birkaç bilindik dergi dışındaki düşüncem bu yönde…
İlk romanınız Anastasia’da neyi anlatmayı amaçlamıştınız?
-O dönemler ben genç edebiyatında yıllarca okunabilecek bir çocuk hikâyesi klasiği oluşturmayı hedeflemiştim. Reşat Nuri Güntekin’in Çalı Kuşu kitabı gibi bir kitap olsun istedim. Kitapta çocukluğumdan ve nar ağaçlarının üstünde eli yüzü kıpkırmızı olmuş yaramaz bir kız çocuğundan çok fazla bahsediliyor zaten. Alt komşumuz Rum bir kadındı sonradan ailece Müslüman olmuşlar. İzmir’den kızları gelip giderlerdi. Büyük beyaz emaye tencerelerde yoğurt mayalardı. O yoğurdun tadı hâlâ damağımda diyebilirim. Sokakta oynamadığım zamanlarda ondan bana kitap okumasını isterdim. Hep bana çok değişik gelirlerdi, o günkü şartlarda bizler de alüminyum, bakır tencerede yemek pişiyor. Melamin tabaklara ya da bakır sahanlara konuluyor. Onların porselen tabaklarını çok severdim. Alt komşumuzun da yaşam izleri kitapta olsun derken bir anda Mübadele yıllarını kitapta anlatmış bulundum. Yoksa planlı, tarihi bir biyografik roman yazayım demedim. İyi insanların, dostlukların, komşulukların bozulmadığı yıllardı o yıllar. Anastasia 2012 senesinde ilk baskıya girdi. Bu yıl tekrardan baskısı oldu. Şansa ben pek inanmam, kaderdi sanırım iyi bir yayınevinden iyi bir dağıtımla Türkiye’den her kesimin okuyabildiği aşk dolu, Türk filimi tadında biraz tarihi, biraz öğüt verici, hayata dair bir romana dönüştü işte…
Yalnızlık bir yazar için besleyici midir?
-“O kadar kuru gürültü var ki mazlumların, yoksulların, katledilen kadınların, çocukların, ezilenlerin sesi duyulmuyor” diyor Zülfi Livaneli, o nedenle yalnızlık insana düşünme imkânı ve vicdan muhasebesi yapma olanağı sağlar. Yalnızlık bence bir yazar için D vitamini kadar gereklidir. Kitaplarımızdaki karakterlerle, okurlarımızla ve bizi gerçek sevenlerimizle yeterince kalabalık sayılırız zaten… Yazar her şeyden beslenebilmeli ama en çok yalnızlıktan sanırım. Satranç oynarken iki kişiye, büyük bir maç yaparken bir gruba olan ihtiyaç yazı yazarken yalnızlığa ihtiyaç duymaktadır. Oyunun kuralı bu sanırım.
Yalnızlığı sevgili olarak tanımlamak zamanla yalnızlığı giderici olabiliyor mu?
-“Ey sevgilim yalnızlık” ilk deneme kitabımdan ilham alınmış bir soru sanırım. Orada yalnız değiliz Allah var diyor. Yalnızlığı sevgili olarak tanımlamış olmam aslında zamanla “yalnızlığı” daha çok sevmeme ve bu düşünce felsefeme daha çok sarılmama sebep oldu. Her şeyin nasıl da toz taneleri gibi geçici olduğunu yıllar içerisinde depremlerle, savaşlarla, imtihanlarla gördükten sonra bugün sahip olduklarımızın bir anda elimizde olmayabileceği bilincine vardıktan sonra belki de Baki olanın yalnız Allah olduğuna inanarak yalnızlığıma daha çok tutunuyorum. Yeryüzünde yaşayan başta sorumlu varlıklar olan insanlar ve hayvanlar olmak üzere her şey yok olacaktır. Sadece sonsuz büyüklük ve ikrar sahibi Allah’ın zati baki kalacaktır. Yalnızlığımı gidermek istemiyorum bilakis onu kucaklayıp ona sımsıkı sarılıp alnından öpmek istiyorum. Siz de sarılın yalnızlığınıza…
Kaç roman yazmıştınız?
-Şimdiye kadar 25 adet kitabım basıldı. Bunlardan 5 tanesi roman diğerleri hikâye ve deneme tarzında kitaplar denilebilir. Henüz basılmayan hazırda belli bir zamanını beklediğim romanlarım da yayınevlerinde hazırlanan çocuk kitaplarım da var. Yazmak sanırım beni bırakana kadar yazıyor olacağım. Biliyorsunuz Profesör Halil İnalcık’ın 72 adet kitabı var ve büyük çoğunluğunu 80 yaşından sonra yazmıştı. Nasip o nedenle güzel, mucizevi bir kelime…
Çocuklara yazmaya başladınız. Bu kararı nasıl verdiniz?
-Editörlükte yaptığım için bana gelen bazı kitaplarda bazı alanları düzeltemiyoruz. Kitap yazılmış, berbat ötesi bir şey olmuş. Yazar ben yaptım oldu diyor. Konular öncelikle çocuklara uygun değil. Sanatını elbette konuşturabilir ama kurallara riayet etmediği bir kitabı bastırıp okullara parayla satıp dağıtamaz, dağıtmamalı. Son zamanlarda pedagojik kitap yazmak kuralı geldi de her önüne gelen çocuk kitabı çok şükür yazamaz oldu. Çocuk yayınlarında o kadar çok kirlilik artık gözüme batmaya başladı ki biz doğrusunu neden yapmıyoruz fikri artık kafamın içerisine yerleşmeye çoktan başlamıştı bile. Bugünün çocukları bilirsiniz ki yarının büyükleridir. Doğruyu bu çocuklar kitaplardan öğrenemeyeceklerse nereden öğrenecekler? dedim ve kolları sıvadım.
Bu arada çocuklar kitaplara karşı daha masumane ve daha samimi yaklaşıyorlar. Seminer sonrası imzadayız, baktım çocukların hepsi kitapları kokluyorlar. Birisi dedi ki kitap parfüm kokuyor. Elime aldım sanırım benim parfümün kokusu kitaplara sinmiş. Ama daha farklı daha sıcak bir koku var kitapların üzerinde. Matbaanın ve imza kaleminin kokusu da tabi ayrı bir koku notası katmış olmalı. Aslında çok sonraları anladım ki orada kokan samimiyetin kokusuydu.
Roman yazmak ile çocuklara yazmak arasında size göre temel fark nedir?
-Çocuklara yazmak, bana göre her zaman daha fazla özen gerektirmeli. İşini iyi yapan birisi için belki bu söylediklerim saçma gelebilir. Titiz insan her işinde titiz olmalı diye düşünebilirsiniz. Ama yapılan bir hatayı büyük bireyler düşünce dünyasında tolere edebilirken bir çocuk bunu kafasında farklı bir yerlere koyabiliyor. Benim çocukluğumda örneğin seksenlerde doğanlar hatırlayacaklardır, “Uçan Kaz ve Nils” adlı bir çizgi film vardı. Ben tatilde köyümüze her gittiğimde bulduğum kazın üstüne binip başka ülkelere gidebileceğimi düşünürdüm. Ne anlatmak istediğimi bu örnekle anlatabildiğimi düşünüyorum. Roman daha gerçeğe dayanırken, çocuk hikâyelerinde hayal gücü konuşur. Bunun ise bir dozu var. O dozu siz kaçırırsanız hayal gücü kâbusa dönüşebilir.
Roman yazmak çok fazla bireyselliği seviyor. Araya bir şeylerin yahut birilerinin girmesine tahammül gösteremiyor. Çocuk kitapları daha parçalı şekilde ilerliyor. Bir bölümde kaybettiğinizi diğer bölümden yakalayabiliyorsunuz. İkisi arasında en belirgin ayrım nedir derseniz? Çocuk kitaplarında bireysel çalışamıyorsunuz. Editör ve çizim yapan arkadaşla birlikte yol almak zorundasınız. Direk çizime müdahale etmek zor olabiliyor. Çünkü o da hayal gücünü katıyor kitaba, siz de hayal gücünüzü katıyorsunuz. Burada ekip çalışması çok önemlilik arz ediyor. Ekipte olanlar birbirlerinin ne istediğini çok iyi anlayabilmeliler. Örneğin ben “Demir Kuşun İyilik Sepeti” adlı çocuk kitabımın çizimlerinde daha öncesinde de çocuk serilerinde birlikte çalıştığımız bir kardeşimle çalışmıştım. Ne istediğimi bildiği için çocuk kitabı tecrübesine de sahip olduğundan tek seferde gözüm kapalı kitabın çizimini de kapağını da sana bırakıyorum dedim. İyi ki de öyle yapmışım. Çok güzel de geri dönüşümler aldık. İyi bir ekip ve ekibin içerisinde iyi bir sinerji olmalı.
İman esaslarını anlatıyorsunuz çocuklara. Nasıl bir üslup belirlediniz bu seride?
-Çocuklara uygun yumuşak, naif ve kalbe dokunabilecek bir üslupla, değişik hikâyelerle anlatmaya çalıştım. Dini bir konuyu çocuklara anlattığınız için çok fazla özün dışına çıkamıyorsunuz. Yanlış anlamalara mahal vermeyecek şekilde, kafa karıştırmadan da özenle hazırlanmalıydı. Öyle de oldu.
Hazırlamış olduğumuz bu seride İmanımı öğreniyorum, Dua etmeyi öğreniyorum, Peygamberi öğreniyorum, Cennet ve Cehennemi öğreniyorum, Melekleri öğreniyorum, Hz Ömer’i öğreniyorum ve Hz. Ebubekir’i öğreniyorum adlı kitaplarla çocuklarla buluşmuş olduk. Kitapları çocuklar çok sevdiler. Okullarda birkaç imza günü yaptık hatta. Keşke daha çok resim olsaydı, kapağı da “Demir Kuş”un gibi olsaydı diye geri dönüşümler aldık. Hikâyenin kahramanlarından en çok Necmi Dededen örneğin etkilenenler olmuş. Kitap çocuk kitabı olmasına rağmen alıp okuyan büyük okurlarımız da var. Eve kitap girdiğinde tüm aile fertleri okumuş olduğunu geri dönüşümlerden anladık.
Toplumsal olaylara duyarlı olmanız sizi buna zorunlu kıldı diyebilir miyiz?
-Bu kitapları yazmam da toplumsal olaylara duyarlılıktan öte bu işin benim görevim olduğunu düşünmemin etkisi oldu diyebilirim. Düşünün yaşadığınız bir mahallede büyük bir yangın çıkıyor ve sizin bir sorumluluğunuz var. Nedir bu sorumluluk? Elinize kovanızı alarak itfaiye gelene kadar o yangını söndürmeniz gerekmektedir. Ben bir yangın olduğunu gördüm. Ve elime kovayı almak zorunda kaldım. Aslında bu kitapları ilahiyatçı profesörlerimizin yıllar öncesinde yazmaları gerekmekteydi. Belki şimdilerde çocuklarımız da deizm, ateizm gibi hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmazlardı. Din konusunu konuşmaktan da yazmaktan da anlatmaktan da bu ülkede hep korkuldu. Artık yeni yeni yayınevleri olsun, yazar arkadaşlar olsun bu tarz aydınlatıcı kitaplar hazırlamaya başladılar. Sayıları bol olsun diyelim.
Sosyoloji eğitimi almış olmanız bu metinlere nasıl yansıdı?
-Sosyoloji toplumlara dair devamında da insana dair her şeydir aslında. Aklınıza ne geliyorsa! Örneğin Sümerlerde kullanılmış bir çanak nasıl o devir hakkında derin bilgiler bize sağlıyorsa yazmış olduğumuz kitaplarda günümüz şartlarını ve yaşadığımız devri anlatmaya çalışmaktadır. Kitaplarda, biz yazarlar aslında toplumların yapı taşı olan insanlardan oluşan bir örgü kurarak bir devri bir kavmi anlatmaya çabalıyoruz. Benim de kitaplarımda mutlaka ister istemez yansıdı ve yansıyordur da…
Bu konuyla ilgili hiç unutamadığım bir anım var. İzmir’de Üniversite öğrencilerine yazarlık atölyesinde ders verdiğim sırada bir öğrencim yazmış olduğum “Aşk melekler ve kelebekler” adlı kitabımı okumuş. Elinde de kitabım duruyordu. Bana şu soruyu sordu. Sizin bu kitaptaki “Kurşun İzleri” hikâyenizde tankları hamam böceklerine benzetmeniz beni çok etkiledi. Evet, tanklar gerçekten dışlarındaki zırhla bu böceklere benzemektedirler. Ama hocam daha çok merak ettiğim konu siz bu kitabı 2013’te yazıyorsunuz. Suriye’de ise savaş 2014’te oluyor. Siz bunu nasıl bilebilirsiniz? İşte almış olduğum sosyoloji eğitiminin etkisini bir kitapta bu kadar etkili bir şekilde yansıyabilmişti. Savaş Suriye’de o sene çıkmamıştı. Hatta bir savaş beklemiyordu çoğu insan. O bölgedeki hareketlenmelerden, oraya taşınan lojistik silahlardan ve devletlerarası diyaloglardan savaşın sinyalini maalesef görebilenler görüyorlardı. Sosyoloji, matematik gibidir aslında bazı olaylar bazı olayların sonucudur.
Fuarlara katılıyor musunuz ve burada son çalışmalarınız nasıl yankı buluyor?
-Festivallerde ve kitap fuarlarında okurlarla buluşuyoruz. Öğrencilerle ise “Okulumuzda yazar var” projesi kapsamında seminerlerle buluşmaya devam ediyoruz. Elimizden geldiğince köy okullarına hediye kitap dağıtımına devam etmeye çalışıyoruz. Bu konuda Genç Dağıtım ekibindeki arkadaşların destekleri oldu ve oluyor. Köy okullarına yazarların gitmeleri çocukları ziyaret etmelerinin çok daha değerli olduğunu düşünüyorum. Gittiğimiz yerlerden mutlu ayrılıyoruz. Onların da mutlulukları gözlerinden okunuyor. Hayat içerisinde en değerli olan şey de çocukları mutlu etmek olsa gerek…
Son olarak yazmaya serüveniniz hangi alanlarda devam edecek, tezgâhınızda neler var?
-Ben şu an evde aslında editör işlerinden kafamı kaldıramıyorum. O kadar farklı kitaplarla ve yazım türleriyle karşılaşıyorum ve hikâyenin içerisine dahil oluyorum ki bunu şuan kelimelerle anlatamam. Hani terzi sökük dikmekten kendine elbise dikemez ya o durumdayım. Tabi yapılan bu işlerin hepsi bir yerde beni besleyen besinler gibi düşünürsek yıllar içerisinde daha güçlü bir şekilde kök salabileceğimi düşünüyorum.
Hemen şu an hazır tezgâhta bir çocuk kitabım var. İyiliği anlatan kendine münhasır karakterlerin olduğu mizahi bir kitap diyebiliriz. Resimleri çizildi. Mizanpajı ve kapağı bekliyoruz. Sanırım Eylül ayını yani okul açılma dönemini bulacaktır. Sonrasında ise taslağına başladığım bir roman var. O sosyolojik kadına dair içinde biraz da yapay zekânın olduğu bir roman olacak. Onun basıma girmesi 2026 yılını bulur diye düşünüyorum. Anlayacağınız tezgâh bayağı dağınık ve kalabalık lakin çiçeklerle bezeli.
28.08.2024